GönderenKonu: TüRK DESTANLARI  (Okunma sayısı 392 defa)

iefe66

  • Site Yöneticisi
  • İleti: 840
  • Üyelik Tarihi: 14-09-2011
TüRK DESTANLARI
Tarih : 20-03-2013 Saat : 08:49

TüRK DESTANLARI





Bütün dünya edebiyatlarında olduğu gibi Türk Edebiyatının da ilk örnekleri
destanlardır. Türk edebiyat geleneği içinde "destan" terimi birden fazla nazım
şekli ve türü için kullanılmış ve kullanılmaktadır. Eski Türk Edebiyatı nazım
şekillerinden mesnevilerin bir bölümü ve manzum hikayeler, Anonim edebiyatta ve
Ãşık edebiyatında koşma veya mani dörtlükleri ile yazılan veya söylenen ferdi,
sosyal,tarihi, acıklı veya gülünç olayları tahkiye tekniği ile çeşitli
uslûplarla aktaran nazım türüne ve bu yazıda ele alınan kainatın, insanlığın,
milletlerin yaradılışını , gelişimini, hayatta kalma mücadelelerini ve çeşitli
olay ve nesnelerle ilgili sebeb açıklayan ve Batı Edebiyatında "epope" terimiyle
anılan eserlerin tamamı da Türk edebiyatı geleneği içinde "destan" adı ile
anılmaktadır. Bütün dünya edebiyatlarının başlangıç eserleri olan destanlar,
çeşitli konularda yaradılış hikayeleri yanında, milletlerin hayatında büyük
yankılar uyandırmış bir kahramanın veya tarih olayının millet muhayyilesinde
ortak sembol ve ifadelerle zenginleştirilmiş uzun manzum hikayeleridir.
Destanlar bütün bir milletin ortak mücadelesini ortak değerler, kurallar,
anlamlar bütünlüğü içinde yorumladığı ve yaşatıldığı toplumun geçmişini ve
geleceğini temsil ettiği için dünya edebiyatının en ülkücü eserleri olarak kabul
edilirler. Destanlar her zaman tarihi gerçekleri doğru biçimde nakletmezler.
Destanlarda tarihi olay ve kahramanlar milletin ortak bilinçaltının, vicdanının
istek, beklenti ,doğruları ve değerleri ile idealleştirilir, eski hatıralarla
birleştirilerek tarihi gerçekmiş gibi anlatılırlar.Her milletin milli kimlik ve
nitelikleri, ortak dünya görüşü , hatıra ve beklentileri yanında kusurları ve
yanlışları da destanlarına yansır. Cihangirlik tutkusu, kuvvet, binicilik ve
savaşcılık yanında verdiği sözde durma , acizlere ve mağluplara hoşgörü ile
yaklaşma, yardımcı olma Türk destanlarında dile getirilen ortak değer ve
kabullerdir. Türk destanları,kainatın, insanın, kadının ve erkeğin yaradılışı,
Türk milletinin doğuşu, çeşitli Türk devletlerinin kuruluş gelişme, çöküşleri,
zafer ve yenilgileri gibi konularla beraber pek çok sebeb açıklayıcı efsaneyi de
içinde barındırır. ilk örneklerinin manzum olduğu kabul edilen Türk
destanlarından Kırgız Türkleri arasında yaşayan Manas destanı dışında bütünüyle
günümüze gelebilen örnek bulunmamaktadır.Diğer Türk destanları çeşitli
kaynaklarda özet, epizot, hatıra, kısaltılmış seçme metinler halinde
bulunmaktadır.



Türk tarihine anahatlarıyla bakıldığında Türk hayatı fetihlerle başlamış ve yeni
toprakları yurt edinerek gelişmiştir. ilk anayurt olan Orta Asya hiç bir zaman
terkedilmemiştir. Türk halkları ilk anayurt olan Orta Asya'dan itibaren dünya
coğrafyası üzerinde geniş alana yayılmış ve bugün yedi Türk cumhuriyetinde, pek
çok özerk toplulukda ve çeşitli devletlerin idaresinde azınlık halinde
yaşamaktadır. Türk kültürü de tarih ve coğrafyadaki çok boyutluluğa paralel
olarak çeşitlenmiş farklı seviye ve birikimlerle zenginleşerek ve farklılaşarak
ancak ilk kaynaktan gelen ortaklıklarını sürdürerek günümüze ulaşmıştır. Bu
sebeble Türk destanları da tarihi ve coğrafi çok boyutluluğun getirdiği dil ve
kültür dairelerine paralel olarak çeşitlenmiştir. Türk destanları, anahatlarıyla
kültür dairelerine, kronolojik ve içinde teşekkül ettikleri veya muhafaza
edildikleri siyasi birliklere göre şöyle sınıflandırılmaktadırlar:

 

**********************************************************

1.Altay - Yakut

Yaradılış Destanı

Her şeyden önce su vardır. Yer , gök , ay ve güneş yoktu. İlah Kara Han (
Kayra Han ) ile insan vardı. Her ikisi de birer kara kaz şeklinde , suyun
üstünde uçuyorlardı.

Kara Han hiç bir şey düşünmüyordu. O sırada insan rüzgârı icât edip suyu
dalgalandırdı, Kara Hanın yüzüne su sıçrattı. Bunu yapınca da kendisinin
ilahlardan daha güçlü olduğunu sandı, daha yüksekte uçmak istedi.

Ama uçamadı ve suya düşüp dibe doğru dalmağa başladı. Neredeyse boğulacaktı;
"Bana yardım et!" diye bağırıp Kara Handan yardım istedi.

Kara Han izin verdi ve insan su yüzüne boğulmadan çıktı. Ondan sonra Kara Han:
"Sağlam bir taş olsun!" dedi; suyun dibinden bir taş yükseldi. Kara Han ile
İnsan, bu taşın üstüne oturdular. Kara Han İnsana: "Suya dal, suyun dibinden
toprak çıkar!" diye emir verdi, insan bu emri yerine getirdi. Suyun dibinden
çıkardığı toprağı Kara Han'a götürdü.

Kara Han, insanın getirdiği toprağı suyun üzerine serpti ve serperken de: "Yer
olsun!..." diye buyurdu. Buyruk yerine geldi, böylece yer yüzü yaratılmış oldu.
Kara Han, insana yi-, ne: "Suya dal ve suyun dibindeki topraktan çıkar!.." diye
emir verdi, insan suya daldığı zaman, bu sefer, kendim için de toprak alayım,
diye düşündü, iki avucuna da toprak doldurdu, birindekini Kara Han'dan gizlemek
için ağzına attı, sakladı. Maksadı, Kara Han'dan saklayıp kendine göre bir yer
yaratmaktı.

Bu düşünceyle avucundaki toprağı getirip Kara Han'a uzattı. Kara Han, bu toprağı
da suyun üzerine serpti ve genişlemesini buyurdu. Ne var ki Kara Han'ın suya
serptiği toprak gibi, insanın ağzının içine sakladığı toprak da büyüyüp
genişlemeğe başlamıştı. Bunu düşünmeyen insan korktu, soluğu kesilecekti,
neredeyse Ölecekti. Kaçmağa başladı. Ama nereye kaçsa yani başında Kara Han'ın
varlığını hissediyordu, ondan kaçamıyordu. Çaresiz kalınca yalvarmağa başladı.

Kara Han, insana: "Ağzındaki toprağı ne için sakladın?" diye sordu, insan:
"Kendim için yer yaratmak niyetiyle saklamıştım." diye cevap verdi. Kara Han da:
"Öyleyse at ağzından da kurtul!" dedi. insan, ağzında sakladığı toprağı attı.
Bunlar yere dökülürken küçük tepeler meydana geldi. Bunun üzerine Kara Han:
"Şimdi sen artık günahlı oldun" dedi; "Bana karşı geldin, kötülük düşündün.
Senden sonra sana uyan, senin gibi kötülük düşünenler, senin gibi kötü kişi
olacaklar; bana itaat edenler ise iyi ve temiz düşünceli olacak, onlar güneş ve
aydınlık yüzü göreceklerdir. Bundan sonra senin adın Erlik olsun. Günahlarını
benden saklayanlar senin adamın olsun, günahlarım senden saklayanlar ise benim
olsunlar!..."

Bu sırada, yer yüzünde dalsız budaksız bir ağaç yeşermişti. Kara Han bu dalsız
budaksız ağacı görünce hoşlaşmadı ; "Dallan, yaprakları olmayan ağaca bakmak hoş
değil, bu ağacın dokuz dalı birden olsun!..." dedi. Dalsız budaksız ağaç bir
anda dokuz dallı oluverdi. Kara Han bunu görünce: "Bu dokuz dalın her birinin
kökünde birerden dokuz kişi türesin ve bunlardan dokuz millet olsun!.." dedi.

Erlik, bunlar olurken büyük bir gürültü duymuştu. Nedir acaba? diye bakınıp
düşünürken vardı Kara Han'a gürültünün sebebini sordu. Kara Han da: "Ben bir
Hakanım sen de kendince bir Hakansın. Duyduğun gürültüyü yapan insanlar benim
insanlarımdır." diye cevap verdi. Erlik bu milleti kendisine vermesi için Kara
Han'a rica ettiyse de Kara Han: "Hayır!" diye karşıladı; "Sen git kendi işine
bak!"

Erlik'in canı sıkıldı. "Hele dur bir gidip şu milleti göreyim" diye kalabalığın
yanına vardı. Orada, insanlardan başka yaban hayvanları, kuşlar ve daha
bilmediği bir çok güzel yaratıklar vardı. Erlik: "Kara Han bunları nasıl yarattı
acaba? Bunlar burada ne yiyip ne içiyorlar?" dîye düşünmeğe başladı. O düşüne
dursun , insanlar ağacın meyvelerinden yemeğe başlamışlardı. Erlik baktı ki,
insanlar ağacın yalnız bir yanındaki meyvelerden yiyorlar, öte yandakilere
ellerini bile sürmüyorlar. Gidip bunun sebebini sordu, insanlardan aldığı cevap
ise: "Tanrı bize o yandaki meyvelerden yemeyi yasak etti, biz de bunun için o
meyvelerden yemiyor ancak, irin verdiği güneşin doğduğu yandaki meyvelerden
yiyoruz. Şu gördüğün yılan ile köpek, o yasak yandaki meyveleri ye-mememiz için
bekçilik ediyor."

Bu cevap Erlik'in canını sıkacağı yerde sevindirdi. Ağacın çevresindeki
insanların arasında bulunan Doğanay (Törüngey) denilen bir adam buldu ve ona:
"Kara Han size yalan söylemiş. Asıl size yasakladığı meyvelerden yemeniz
gerekir; daha tatlıdır, göreceksiniz" dedi. Bu sırada uyumakta olan yılanın
ağzına girdi ve yılana ağaca çıkmasını söyledi. Yılan da ağaca çıkıp yasak
meyvelerden yedi. Doğanay'ın karısı Ece (Eje) yanlarına gelmişti. Erlik,
Doğanay'la Ece'ye de meyvelerden yemeleri için ısrar etti. Doğanay, Kara Han'ın
sözünü tutarak yasak meyvelerden yemedi ama karısı Ece dayanamadı, yedi. Meyve
çok tatlı-idi. Alıp, kocasının ağzına sürdü o anda Doğanay ile Ece'nin tüyleri
dökülüverdi, birden utanmağa başladılar, kaçışıp her biri bir ağacın ardına
saklandılar.

Bu işler olurken Kara Han oraya gelmişti, insanların hepsi birden kaçışıp
aklınca birer köşeye gizlenmişlerdi. Kara Han: "Doğanay!. Ece!. Doğanay! Ece!"
diye haykırmağa başladı. "Neredesiniz?"

Doğanay'la Ece: "Ağaçların arasındayız" diye cevap verdiler. "Sana görünemeyiz.
Utanıyoruz."

Sonra, olanları bir bir anlattılar. Kara Han, bildiği şeyleri duymanın Öfkesi
içinde her birine ayrı ayrı cezalar verdi: "Şimdi sen de Erlik'ten bir parça
oldun" diye yılana verdi ilk cezasını; "İnsanlar sana düşman olsun, seni görünce
vurup, ezip öldürsünler!" dedi.


Ece'ye döndü: "Sen Erlik'in sözüne uydun, yasak meyveyi yedin, öyleyse cezanı
çekeceksin. Çocuk doğuracaksın, doğururken de türlü eza cefa ve acı çekeceksin.
Sonunda öleceksin, ölümü tadacaksın!"

Doğanay'a da şöyle diyerek cezasını verdi: "Erlik'in gösterdiğini yedin. Benim
sözümü dinlemedin. Madem Erlik'in sözüne uydun öyleyse onun adamları onun
ülkesinde yaşar, karanlık dünyasında bulunur. Benim ışığımdan mahrum kalır.
Benim sözümü dinlemiş olsaydın benim gibi olacaktın. Dinlemediğin için dokuz
oğlun ve dokuz kızın olacak. Bundan sonra ben insan yaratmayacağım. Bundan sonra
insanlar senden türeyecek. Tek başına ne yaparsan yap."

Erliğe de kızdı: "Benim adamlarımı neden aldattın?" diye sordu öfkeyle. ,

Erlik: "İstedim vermedin" dedi; "Ben de senden çaldım. Artık hep çalacağım. Atla
kaçarsa düşürüp çalacağım; içip içip sarhoş olurlarsa birbirine düşürüp
döğüştüreceğim.. Suya girseler, ağaçlara çıksalar bile yine çalacağım."

Kara Han da: "Öyleyse üç kat yerin altında, ayı güneşi olmayan karanlık bir
dünya vardır. Seni oraya atıyorum!" diye Erlik'i cezalandırdı.

Bu iş de bitince bütün insanlara birden ceza verdi: "Bundan sonra kendi
yemeğinizi kendiniz kazanacak, gücünüzle elde edeceksiniz, benim yemeğimden
yemek yok" dedi; "Artık yüz yüze 'gelip sizinle konuşmayacağım. Size bundan
sonra Gök Oğul'u (Maytere) göndereceğim."

Gök Oğul gelip insanlara bir çok şeyler yapmasını öğretti. Arabayı da Gök Oğul
yaptı. Ayrıca ot köklerini, yenebilecek bir kısım otlan yemeyi insanlara
öğretti.

Bu böylece sürüp giderken Erlik Gök Oğul'a yalvarıyordu: "Ey Gök Oğul, bana
yardım et, Kara Han'dan izin iste, yanına çıkmak dileğimi söyle, yardım et
bana!" ,

Gök Oğul, Erlik'in bu dileğini Kara Han'a iletti ise de Kara Han aldırış bilş
etmedi; Gök Oğul tam altmış yıl yalvarma-sına devam etti. Bunun üzerine, altmış
yılın sonunda Kara Han Erlik'e haber gönderdi: "Düşmanlıktan vazgeçersen,
insanlara kötülük etmezsen sana izin veririm, yanıma gelirsin." dedi. Erlik söz
verdi. Bunun üzerine, Kara Han'ın huzuruna çıktı, baş eğdi: "Beni kutsa, bana
izin ver, ben de kendime gökler yapayım" diye yalvardı.

Kara Han buna da izin verdi, îzni koparan Erlik kendisi için gökler yaptı
Adamlarını başına topladı, yaptığı göklere yerleştirdi, kendisi de başlarına
geçti, çok kalabalık oldular. .

İlâh Kara Han (Kayra Han) ın en sevgili kullarından olan Ulu kişi bu durumu
görüp üzülmüştü. Üzüntü içinde düşündü: "Bize bağlı, bizim öz insanlarımız yer
yüzünde cefa çekip yoruluyor; Erlik'in adamları ise göklerde keyfedip duruyor.
Bu iş, bir işe benzemez."

Bu üzüntülü düşünce içinde, biraz da Kara Han'a gücenmiş olarak, Erlik'e savaş
açtı. Ne var ki Erlik daha güçlü çıkıp karşı geldi ve ateşle vurup Ulu kişiyi
kaçırdı. Ulu kişi doğrulayıp Kara Han'ın huzuruna çıktı. Kara Han'ın: "nereden
geliyorsun?" diye sorması üzerine Ulu Kişi: "Erlik'in adamlarının gökyüzünde
oturması, buna karşılık bizim iyi insanlarımızın yer yüzünde yorgun argın
yaşamaları ağınma gitti, bu çok kötü bir durum diyerek Erlik'in yandaşlarım yere
indirmek göklerini başına yıkmak için Erlik'le savaş etmek istedim. Fakat gücüm
yetmedi, o beni kaçırdı" diye üzgün ve ağlamaklı cevap verdi.

Kara Han üzülmemesini söyledi. "Erlik'e benden başka kimsenin gücü yetmez" dedi.
"Erlik'in gücü senden fazladır. Ama bir gün gelecek senin gücün Erlik'in
gücünden daha üstün olacak..."

Bu söz üzerine Ulu Kişi'nin yüreği "ferahladı rahat rahat uyudu.

Bir gün geldi Ulu Kişi o gün güçleneceğini hissetti. Yine o gün Kara Han Ulu
Kişiyi yanına çağırttı ve: "Var git, güçlendin gayri; Erlik'in göklerini başına
yıkacak güce kavuşturdum seni, maksadına ereceksin" dedi. "Kendi gücümden sana
güç verdim."

Ulu Kişi önce hayret etti: "Yayım yok, okum yok, kargım yok, yatağanım yok.
Kupkuru bir bileğim var. Yalnız bilek gücüyle Erlik'i nasıl yok edebilirim ben?"

Kara Han, Ulu Kişi'ye bir kargı verdi. Ulu Kişi kargıyı alıp Erlik'in göklerine
gitti. Erlik'i yendi, kaçırdı; göklerini alt üst edip kırdı geçirdi. Erlik'in
gökleri parça parça oldu yeryüzüne döküldü. O zamana kadar dümdüz olan yer yüzü,
o günden sonra kayalıklarla, sipsivri dağlarla doldu. Görklü Güzel Tanrının
özene bezene yarattığı o güzel yer yüzü eğri büğrü oldu. Erlik'in bütün
yandaşları yere döküldü; suya düşenler boğuldu; ağaca çarpanlar sakatlanıp can
verdi; sipsivri taşların kayaların üstüne düşenler öldü; hayvanlara çarpanlar
hayvanların ayaklarının altında kaldılar.

Durum böyle olunca Erlik varıp Kara Han'dan kendine bir yer istedi. "Benim
göklerimin yıkılmasına sen izin verdin, benim barınacak bir yerim kalmadı" dedi.
Kara Han Erlik'i yerin altındaki karanlık ülkesine sürdü, üzerine yedi kat
kilitler vurdurdu. "Burada güneş ve ay ışığı görmeyesin; iyi olursan yanıma
alırım kötü olursan daha derinlere sürerim" dedi. Erlik bunun üzerine: "Öyleyse
ölmüş insanların canlarını bana ver; bedenleri senin olsun canları benim işime
yarasın" diye bir istekte bulundu. Kara Han : "Hayır, onları da sana
vermeyeceğim" dedi; "İstiyorsan kendin yarat." Böylece yaratma iznine kavuşmuş
olan Erlik eline bir çekiç, bir körük ve bir örs alarak vurmağa başladı. Her
vuruşta bir hayvan ortaya çıktı. Sırasıyla kurbağa, yılan, ayı, domuz, deve ve
kötü ruhlar yer yüzünü doldurdu. Sonunda Kara Han gelip Erlik'in elinden çekici,
örsü ve körüğü aldı, ateşe attı. Körük bir kadın, çekiç bir erkek oldu. Kara Han
kadını yakalayıp yüzüne tükürdü. Tükürür tükürmez, kadın bir kuş olup uçtu. Bu
kuş, eti yenmeyen tüyü bir işe yaramayan Kurday denilen kuştur.

Kara Han erkeği yakalayıp onun da yüzüne tükürdü, o da bir kuş olup uçtu, adına
Yalban Kuşu dediler.

Bütün bunlardan sonra Kara Han, insanlara: "Ben size mal verdim, aş verdim; yer
yüzünde iyi, güzel, temiz ne varsa verdim, yardımcınız oldum, siz de iyilik
yapınız. Ben göklerime çekileceğim, belki bir daha dönmeyeceğim." dedi.
Arkasından yardımcı ruhlarına: "Gün Aşan, sen, içki içip aklını yitirenleri;
körpecik çocukları, kısrak yavrularını inek buzağılarını koru, onlara kötülük
gelmesin. Sağlığında iyilik yapmış olanların ruhlarını yanına al, intihar
edenlerinkini alma. Zenginlerin malına göz dikenleri, hırsızlan, başkalarına
düşmanlık edenleri koruma. Benim için, bir de Hâkanları ile Yurtlan için savaşıp
ölenlerin ruhlarını da yanına al, benim yanıma getir.

İnsanlar! Size yardım ettim, sizden kötü ruhları uzaklaştırdım. Onlar insanlara
yaklaşırlarsa insanlar onlara yiyecek versinler, ama o kötü ruhların
yemeklerinden yeme-sinler, yerlerse onlardan olurlar. Şimdi ben aranızdan
ayrılıyorum ama yine geleceğim beni unutmayınız, geri gelmez sanmayınız. Tekrar
geldiğimde iyiliklerinizin ve kötülüklerinizin hesabını göreceğim. Şimdilik
benim yerimde Ağca Dağ, Ulu Kişi ve Gün Aşan kalacaklar, sizlere yardımcı
olacaklar.

Ağca Dağ! Gözlerini dört aç! Erlik senin elinden ölenlerin ruhlarını çalmak
isterse, Ulu Kişi'ye söyle, o güçlüdür. Gün Aşan, sen de iyi dinle, kötü ruhlar
yerin altındaki karanlıklar ülkesinden yukarı çıkmasınlar, çıkarlarsa hemen Gök
Ogul'a git ve haber ver, ona güç verdim, kötü ruhları kovar.

Alma Ata ayı ve güneşi bekleyecek. Ulu '"işi yer yüzünü ve gök yüzünü koruyacak
Gök Oğul ise iyilerden kötüleri uzaklaştıracaktır."

Bunlan söyledikten sonra Kara Han uzaklaştı.


Ulu Kişi Kara Han'ın öğütlerini bir bir yerine getirdi. Olta yaptı, balık
avladı; tüfeği barutu icât etti, sincap o vurdu.

Sonra bir gün geldi Ulu Kişi kendi kendine mırıldandı:
"Bugün beni rüzgâr uçuracak, alıp götürecektir!"

Ulu Kişi'nin dediği gibi rüzgâr geldi, aldı Ulu Kişiyi uçurdu götürdü. Ağca Dağ
bunun üzerine insanlara: "Ulu Kişi'yi ilâh Kara Han yanına aldı. Onu
bulamazsınız artık, beni de bir gün gelecek yanına çağıracak, nereye isterse
oraya gideceğim. Siz öğrendiklerinizi unutmayın, Kara Han böyle istedi" dedi.

İnsanlar kendi hâline bırakıp o da gitti.

 


 

 

 

 

Alper Tunga Destanı

Yaradılış Destanından sonra bilinen ilk büyük ve millî Türk Destanı Alp Er
Tunga Destanıdır. Fakat bu destanın, hattâ özeti hakkında dahî kesin bilgiler
edinilmiş değildir; çok eski çağlarda ve Türk Boylan arasında böyle bir destanın
söylenmiş olduğu, bilinmeyen sebeplerden, belki de bu destanlardan sonra
çekirdeklenmeye başlayan ve daha etkili bir şekilde Türk Boylarını coşturan
destanlar, özellikle Oğuz Kağan Destanının etkisiyle unutulmağa başlamış
olabileceği varsayımını kabul etmek zorundayız,





Alp Er Tunga Destanı hakkındaki bilgilerin en önemli kaynağı Divan-ı Lugat-it
Türk'tür. Milâttan sonra on birinci yüzyılda Kâşgarlı Mahmut tarafından yazılan
bu eserde, Destanın, büyük bir ihtimâlle son kısımlarına ait bir ağıt (sagu)
yazılı olarak verilmektedir.



Bu Türk Beğlerinde atı belgülük

Tunga Alp Er idi katı belgülük

Bedük bilgi birle öküş erdemi

Biliglig ukuşlug budun ködremi

Tacikler ayur ânı Afrasyab

Bu Afrasyap tutdı iller talab



Bugünkü Türkçemizle: "Alp Er Tunga, Türk Beyleri içinde adı ve kutsallığı
bilinen ve tanınan bir yiğit idi; geniş bilgisinin yanında sayılamayacak kadar
çok erdemi vardı: bilgiliydi, anlayışlıydı, meziyetleri çoktu. İranlılar ona,
Afrasyab adını vermişlerdi. Afrasyab dünyaya hükmetti" anlamına gelen bu
ağıttan, Alp Er Tunga'nın, İranlılar arasında da çok iyi bilindiği
anlaşılmaktadır. Nitekim, İran Destanı olan Şehnâme'nin yazan Firdevsî de,
destanının büyük bir kısmında Afrasyab'ın kahramanlıklarından söz etmek zorunda
kalmıştır. Başka bir milletin kahramanından, kendi destanlarında söz
edilebilmesi için o kahramanların gerçekten çok büyük değer taşımaları
gerekmektedir. Alp Er Tunga'da bu değerler fazlasıyla vardır. Şehnâme'ye göre,
önce Turan ülkesinin şehzadesi sonra da hakanı olarak adı geçen Alp Er Tunga
Îran-Turan savaşlarının çok ünlü Turan kahramanıdır. Babasının öğüdünü tutmuş ve
o zaman güçlü bir ülke olan İran'a savaş açmıştır. Selvi gibi uzun boylu, kollan
ve göğsü aslana eş güçte ve fil kadar güçlü bir yiğitti, İranlıları yendi. İran
hükümdarını esir aldı.





İran ülkesinde bir çok padişahlıklar bulunuyordu. Bunlardan biri de Kabil
Padişahlığı idi ve başında da Zal adlı biri vardı. Kabil Padişahı Zal, Alp Er
Tunga'nın elinde esir olan İran Hükümdarını kurtarmak için Turan ülkesine
yürüdü. Alp Er Tunga'yı yendi ama hükümdarını kurtaramadı. Zaman geçti. İran
ülkesine hükümdar olan Zev de öldü. Bunu fırsat bilen Alp Er Tunga iran'a bir
daha savaş açtı . O zamana kadar Zal da yaşlanmışta. Kendi yerine, Alp Er
Tunga'ya karşı oğlu Rüstem'i yolladı. 'Halen Anadolu'da Zaloğlu Rüstem adıyla
meşhur olan halk kitaplarında Zaloğlu Rüstem ile Arap Üzengi cengi diye
hikâyeleri anlatılan bu ünlü İran kahramanı ile Alp Er Tunga arasında sayısız
savaşlar oldu. Savaşların çoğunu Rüstem kazandı bir kısmını Alp Er Tunga
kazandı. (Şehnâme İran destanı olduğu için bunu olağan saymak gerekir.)





Bu savaşlar sürüp giderken, İran'ın, hükümdarı bulunan Keykâvus, oğlu Siyavuş'u
ve Zaloğlu Rüstem'i gücendirmişti. Gücenmenin sonucu olarak şehzade Siyavüş
kaçıp Alp Er Tunga'ya sığındı. Orada uzun zaman kaldı, hattâ Türk yiğitlerinden
birinin kızıyla evlendi, Keyhüsrev adında da bir oğlu oldu.





Keyhüsrev büyüyünce, iranlılar onu kaçırıp hükümdar yaptılar. Keyhüsrev Zaloğlu
Rüstem'i hoş tutup, gönlünü aldı ve Alp Er Tunga'nın üzerine gönderdi. Yine bir
çok savaşlar oldu. Çoğunda Alp Er Tunga yenildi. Ve en sonunda Alp Er Tunga
iyice yoruldu, ordusu dağıldı, askeri kalmadı. Tek başına dağlara çekildi.
Orada, bir mağarada tek başına yaşadı. Fakat günün birinde izini keşfedip yerini
buldular. Alp Er Tunga suya atlayıp kurtulmak istedi; fakat daha önce davranan
Iran askerleri yetişip saldırdılar. Yiğitçe doğuştu ama ihtiyardı, yorgundu, tek
başınaydı. Öldürdüler.





Daha önce de belirttiğimiz gibi, çok şuurlu bir Iran milliyetçisi olan
Firdevsî'nin Zal Oğlu Rüstem'i ve diğer İran asker ve hükümdarlarını üstün
görmesi, savaşların çoğunda Alp Er Tunga'yı yenik durumlara düşürmesi olağan
karşılanmalıdır. Alp Er Tunga'mn çok büyük bir yiğit, üstün değerlere sahip bir
Hakan olduğunu anlamak için bir Iran Destanında ne kadar değerli bir yer
kapladığı düşünülmelidir. Firdevsî, kendi milletinin kahramanlarını
değerlendirebilmek için ancak bir Türk Hakanını ölçü olarak aldıysa bu bile, Alp
Er Tunga'mn nasıl bir destan yiğidi olduğunu gösterir. Gerçi Iran ve Turan
savaşlarının önde gelen bir yiğidi olarak Alp Er Tunga gerçek kişiliğe de
sahiptir; Firdevsî'nin Alp Er Tunga'yı seçişinde bu gerçek payı da muhakkak
vardır ama aslında Alp Er Tunga, destanlara has kişiliği ile Firdevsî'yi etkisi
altına almıştır.





Prof. Zeki Velidî Togan'a göre M.Ö. dördüncü yüzyıla kadar yaşamış olan ve M.Ö.
yedinci yüzyılda OrtaTiyanşan çevresinin en güçlü devleti olarak gelişmiş
bulunan, Hunlardan önceki büyük Türk Devleti Şu veya Saka adını taşımaktadır. Bu
Türk imparatorluğu, birçok kavimler üzerinde egemenlik kurmuş olup Güney
Rusya'yı da içine almak üzere Doğu Avrupaya kadar yayılmıştır. Bir kısım
tarihçiler Doğu Avrupa bölümündeki sakalara İskit, Orta Asya ve Azerbaycan
çevresindekilere Saka adını vermektedir. M.Ö. yedinci yüzyılda en güçlü ve en
parlak devrini yaşamış olan bu Türk İmparatorluğunun Hakanı ise alp Er
Tunga'dır.





Divan-ı Lugat-it Türk'te, Alp Er Tunga için söylenen ağıtlardan (Sagu) bazı
parçalar kaydedilmiştir.



Bu parçalar, o günkü ve bugünkü Türkçe söyleyişle aşağıya alınmıştır:









Alp Er Tunga öldi mü?

Isız ajun kaldı mu?

Ödlek öçin aldı mu?

Emdi yürek yırtılur.

Ödlek yarağ közetti

Oğrun tuzağ uzattı

Begler begin azıttı

Kaçsa kah kurtulur?

Begler atın urgurup

Kadgu anı turgurup

Mengzi yüzi sargarup .

Korkum angar türtülür.

Uluşıp eren börleyü

Yırtıp yaka urlayu

Sıkrıp üni yırlayu

Sığtap közi örtülür.

Könglüm için ötedi .

Yitmiş yaşıg kartadı

Kiçmiş ödig irtedi

Tün kün kiçip irtelür



Alp Er Tunga öldü mü?

Kötü dünya kaldı mı?

Felek öcünü aldı mı?

Şimdi yürek yırtılır.

Feleğin silahı hazır

Gizli tuzak kurdurur

Beyler beyini vurdurur

Kaçsa nasıl kurtulur?

Beyler atlarını yorup

Kaygıdan çaresiz durup

Beti benzi sararıp

Sarı safrana döndüler.

Erler kurt gibi hıçkırdı

Yaka bağır yırtıp durdu

Acı ağıtlar çığırdı

Yaş akar gözler kurur.

Gönlüm içinden yandı.

Geçmiş zamanı andı.

Geçen günler nerdedir?

 

 

 


Şu Destanı

Destana kahraman olarak adını veren Şu, sanıldığına göre M.Ö dördüncü
yüzyılda yaşamıştır. Bir Türk Hakanıdır.

Destanda Makedonyalı İskender'in, İran üzerinden Asya'ya doğru yürürken yapılan
savaşları ve bu savaşların Türklerle ilgili bölümü anlatılmaktadır. Türk
boylarının oluşumu, Türklerin şehir hayatı yaşamağa başlamaları, aynı zamanda
milletini geçici bir işgalden mümkün olduğu kadar can ve mal kaybına uğratmadan
kurtarmak için düşünen bir Hakanın kaygıları da anlatılan destanın en büyük
özelliği, daha sonraki Türk destanlarında gelişecek olan ana fiziği ve
süslemeleri önceden işlemesidir.


Zeki Velidî Togan'a göre, destanda önemli bir yer tutan ve destanın geçiş
dengesi olan İskender'in istilâsının aslında İskender'le ilgisi yoktur; daha
önceki yüzyıllardan bir Aryanı istilâ ile ilgilidir.


Destanın kısa da olsa bir özeti Divan-ı Lügat-it Türk'de kayıtlıdır.



Destanın Özeti:
Şu Kalesi, Balasagun yakınlarında, genç bir Hakan olan Şu tarafından yapılmış
bir kaleydi, fakat Hâkan'ın sarayı Balasagun'da idi. Kalede ve Balasagun'da, o
çağların en güçlü, en büyük ordusu bulunuyordu. Şehir zengindi. Öyle ki, her
gün, Şu Hakanın sarayının önünde, ordu beğleri için 365 nöbet vurulurdu.


Bu sıralarda, bir adına da Zülkarneyn denilen Makedonya Kralı İskender ünlü Doğu
seferine çıkmış, Ön Asya'dan İran içlerine doğru önüne neresi gelmişse ordusunu
yenmiş ülkesini ellerinden almıştı. İskender Semerkand'e kadar gelmiş burayı da
geçip Türklerin yaşadığı ülkelere doğru ilerlemişti.

İskender'in, Balasagun'a ve Şu Kalesine doğru yaklaşmakta olduğunu, genç Hakan
Şu'nun gözcüleri gelip haber verdiler. Dediler ki:

"İskender denilen, gün batısından kopup gelen bir kral ordusuyla bize
yaklaşmaktadır. Önüne gelen ülkeleri dize getirmiş yerle bir etmiştir. Bize ne
buyurursun? Savaşalım mı ?"

Genç Hakan, ordu habercilerini dinlemez gibi göründü. Çünkü çok daha önce, en
güvendiği yiğitlerden kırk kişiyi seçmiş, Hucend Irmağı kıyılarına gözcülük
etsin diye göndermişti. Yiğitler kimseye görünmeden, gizlice gidip Hucend
Irmağının kıyılarına yerleştikleri için ordu habercileri durumu bilmiyorlardı.
Getirdikleri haberden, Hakanlarının telâş edip yerinden kımıldamadığını
gördükleri için de şaşmışlardı. Hakanın gönlü rahattı.

Hakan Şu'nun bir havuzu vardı; gümüştendi. Bu işten çok iyi anlayan ustalara
yaptırmıştı. Her yere taşınabilecek şekildeydi. Bunun için Hakan da gümüş
havuzunu, sefere bile çıksa yanına alır, konakladıkları yerlerde içine su
doldur-tur, kazlar ve ördekleri su dolu gümüş havuza salar, onlarla oyalanırdı,
eğlenirdi.

Kazların ve ördeklerin gümüş havuzda yüzüşlerini seyretmek Hâkan'ı dinlendirir,
dinlenir iken seferle, milletinin geleceği ile ilgili taşanları hazırlardı.

Haberciler geldikleri zaman yine gümüş havuzunda yüzen ördeklerle kazları
seyredip dinleniyordu.

Habercilerin:


- Nasıl buyurursunuz? İskenderle savaşalım mı ?.. diye sorup buyruk beklemeleri
üzerine onlara havuzu, havuzda yüzen kazlarla ördekleri gösterdi:

- Görüyor musunuz, Kazlarla ördekler suda ne güzel yüzüyor, nasıl dalıp dalıp
çıkıyorlar? dedi.

Haberciler, Hakanlarının bu sözünü garip karşıladılar; Ona kuşku ile baktılar.
"Herhalde Hakanımızın hiç bîr hazırlığı yok ne yapacağını bilemiyor." diye
düşündüler.

Ama o sırada, İskender, Hucend Irmağını geçmişti.

Vakit gece yansına geliyordu. Hucend Irmağının kıyılarında gözcülük yapıp
devriye gezen Genç Hakanın en güvendiği kırk yiğit yıldırım hızıyla atlanıp Şu
kalesine geldiler ve gece vakti, İskender'in Hucend suyunu geçip Balasagun
yolunda ilerlemekte olduğunu Şuya haber verdiler.


Daha önceki habercilerin haberlerini dinlerken kılı bile kıpırdamayan Hakan Şu,
yiğitlerin sözü üzerine derhal ve gece yarısı göç davulunun çalınmasını emretti.
Davulun çalınmasıyla birlikte, Doğuya doğru hızla yola çıktı.

Bu durum halkı şaşırttı. Hakanın, gündüzün hiç bir hazırlıkta bulunmadan böyle
gece vakti göçü başlatması üzerine korktular. Ellerine ne geçtiyse toplayıp,
buldukları ata atlayan millet Hakanla birlikte yola düştü. Sabah olurken,
şehirde hemen hemen biç kimse kalmamıştı; bomboş ve dümdüz bir ova görünüyordu.

Bütün milletin, Hakan Şunun ardından gitmiş olmasına rağmen, gece vakti binecek
hiçbir şey bulamayan yirmi iki kişi, ne yapacağını bilemeden Şu Kalesinde
kalmışlardı.


Bu yirmi iki kişi, ne yapacaklannı düşünürken yanlarına iki kişi daha geldi. Kap
kaçakları toplamışlar sırtlarına yüklenmişler, öyle taşıyorlardı. Yorgundular.
Fakat pek duracağa benzemiyorlardı. Önceki yirmi kişi, bu yeni gelenlere bir
yere gitmemelerini, kendileri gibi burada kalıp beklemelerini söylediler.
Ayrıca:

- İskender dedikleri her kim ise, burada uzun müddet kalamaz: geldiği gibi geri
dönüp gider. Burası bizim yurdumuz, yine bize kalır, diye ısrar ettiler.

Bu yüzden bu iki kişinin adı (Kalaç) oldu kaldı; bu iki kişiden olan çocuklar ve
torunları (Kalacı) adıyla anıldılar. Fakat bu iki kişi, öteki yirmi iki kişinin
sözlerini dinlemedikleri, bırakıp gittikleri için İskenderin geldiğini
görmediler.

İskender gelip de, uzun saçlı yirmi iki kişiyi görünce: "Türk mânend" dedi.
"Bunlar Türke benziyorlar" demişti. Bu yüzden yirmi iki kişinin soylarının adı
Türkmen olarak kaldı. Giden İki kişi gittikleri için tamı tamına Türkmen
sayılmadılar. Yirmi dört boydan yirmi ikisi Türkmen, kalan ikisi Kalaç diye
bilindi.

Bu olaylar gelişe dursun, öte yandan Şu Hakan ordusu ve yanında gidenlerle
birlikte Çin sınırına kadar yürümüşlerdi. Çin'e yakın Uygur iline vardıklarında
Şu, İskender'i artık karşılayabilecek durumda olduğunu, onu asıl merkezinden çok
uzaklara çektiğini, kendi ırkdaşları arasında bulunduğu için İskender'den daha
güçlü bir duruma geldiğini düşündü. Ve bir kısım askerini ayırarak, içlerinden
en gençlerini seçerek İskender'in üstüne yolladı. Veziri, gidenlerin hepsinin
genç olduğunu, tecrübelerinin olmadığını ileri sürdü. Başaramazlarsa sonucun
kötüye varacağını söyledi. Şu Hakan vezirine hak verdi ve yaşlı, tecrübeli bir
Subaşını askerleriyle birlikte gönderdi.

Bunlar, bir zaman sonra İskender'in gönderdiği öncü birliklerle karşılaştılar.
Türk erleri, İskender'in öncü birliklerine bir gece baskını yaptı. Çok kanlı bir
baskındı bu, ölüm kalım meselesiydi. İskender'in öncü birlikleri bozguna uğradı.
Türk erlerinden biri, İskender'in askerlerinden birini bir kılıçta ikiye bölmüş,
askerin kemerine bağladığı altın dolu bir kemer parçalanarak içindeki altınlar
yere saçılmış ve İskender'in askerinin kanıyla bulanmıştı. Ertesi sabah güneş
ışıklan bu kanlı altınları parıldattı. Bunu gören Türk erleri birbirlerine bakıp
"Altın Kan!. Altın kan!.- diye bağırıştılar. O günden bu yana, bu baskının
yapıldığı yere yakın bulunan bir dağın adı Altun Han Dağı oldu ve öyle söylenip
geldi.


Baskından sonra Şu Hakan ile İskender bir daha savaşmadılar , barış yaptılar .
Barışın sonu her iki taraf için de iyi sonuçlar verdi. Birbiri ardınca şehirler
yapılmaya başlandı . Uygurlar ile öteki Türk kavimleri şehirlere yerleşti. Şu
Hakan da Balasagun'a döndü. Şu kalesini sağlamlaştırdı , şehri geliştirdi. Bütün
bunları yaptıktan sonra bir de tılsım koydu. Bu tılsım öyle bir tılsımdı ki her
yanda duyuldu. Leylekler bu şehre geldikleri zaman tılsım yüzünden daha öteye
geçemediler , şehri aşamadılar.

 

 

 


iefe66

  • Site Yöneticisi
  • İleti: 840
  • Üyelik Tarihi: 14-09-2011
RE:TüRK DESTANLARI
Tarih : 20-03-2013 Saat : 08:49

OĞUZ KAĞAN DESTANI



1. OĞUZ DESTANININ ÖZELLİKLERİ






Eski
Türk tarihinde hükümdarların doğuşu, efsanelere büründürülmüş ve kutsal bir olay
gibi anlatılmışlardı. Hükümdarlar böyle kutsallaştırılıp, gökten indirilir iken;
elbetteki Oğuz-Kağan gibi, bütün Türk kaviminin atası olan kutsal bir kişinin
menşeleri de, Tanrıya ve göğe bağlanacaktı. Eski Türklere göre herşeyi yaratan
ve her varlığın sahibi olan tek kutsal şey, gökteki biricik Tanrı idi.Aslında
göğün kendisi olan Tanrı değildi. Çünkü gök de, yer gibi, maddî birer varlık ve
yüce Tanrı tarafından yaratılmış, dünyanın birer parçası idiler. Gök, bir tane
idi ve dünyamızın üstünü, bir kubbe şeklinde kaplıyordu. Fakat bu kubbenin
üstünde, daha bir çok gökler vardı. Ayın güneşin ve türlü yıldızlar ile
burçların dolaştıkları, ayrı ayrı gökler, uzayın sonsuzluklarını kendi
aralarında paylaşıyorlardı. Bütün bunların üstünde, bir gök daha vardı ki, bu
gökte yaratıcı, büyük ve tek Tanrı oturuyordu. Eski Türkler, ğögün katlarını üst
üste koyma yolu ile saymamışlardı. Fakat sonradan, biraz da dış tesirler sebebi
ile gökleri, yedi veya dokuz kat olarak tarif etmeğe başladılar.



"Oğuz-Kağan destanına, Uygur çağından sonra, hafif dış tesirler girmeğe
başladı":



Göktürk çağında, eski Türk dini ile inançları, bozulmadan devam etmekte ve
gittikçe de gelişmekte idi. Uygur devleti kurulup da, yeni bir çok dinler
Türkler arasına girmeğe başlayınca, durum biraz daha değişti. Çünkü Uygurlar,
çok daha önceleri Çin'in ortalarında gezmişler, ticaret yapmışlar ve birçok
insanlarla karşılaşarak, konuşmuşlardı. "Bu dış ilişkiler, Uygurlara birçok yeni
görüşler getirmiş ve onlarda, büyük dinlere inanmak ihtiyacını doğurmuştur."
Ticaret, eski Türk savaşçılarının dini ile, pek bağdaşan bir meslek değildi.
Eski Türk dini, disiplin, otorite ve savaşçılığı, herşeyden üstün tutuyordu.
Halbuki tüccarlar, daha geniş ve rahat bir hayata sahip olmak zorunda idiler.
İşte bunun içindir ki, bu zamana kadar Türkler göğe ve gökten gelen
kutsallıklara inanırlar iken, Uygur çağında durum birdenbire değişiyordu.
Uygurlar, köklerini Suriye'den alıp, İran'da gelişen Mani dinini aldıktan sonra,
aya daha çok önem vermeye başladılar. Aslında ise Türklerde, kutsal olan en
önemli şey, gökten sonra dünyamızı ışıtan güneş idi. "Uygurların, güneşten aya
geçmiş olmaları, yeni bir düşüncenin başlangıcı gibi sayılabilirdi". Bu sebeple,
Uygurlar çağında yazılmış Oğuz-Kağan destanlarında, eski Türklerin dedikleri
gibi kutsal kişiler, artık "Göğün oğlu" değil; "Ayın oğulları" oluyorlardı.
Oğuz-Kağan da "Ay Tanrı" nın bir oğlu idi. Destan, daha başlangıçta, şöyle
başlıyordu:



"Aydın oldu gözleri, renklendi ışık doldu,

"Ay-Kağan'ın o gündü, bir erkek oğlu oldu!"



Eski Türkler de iyi ve güzel olayları, aydınlık ve ışıkla anlatırlardı. Biz,
nasıl yeni bir oğlu olan dostumuza, "Gözlerin aydın olsun" diyor isek, onlar da
Oğuz-Kağan'ın doğuşu dolayısı ile, "Ay Kağan'ın gözleri aydın oldu, renklendi",
diyorlardı.



"Müslüman olmuş Oğuz Türklerinin destanları da, Türk mitolojisinin en eski
motifleri ile dolu idiler":



Fakat Türkler, çoktan müslüman olmuş ve İslâmiyetin ana prensiplerine gönülden
bağlanmışlardı. Aslında ise, İslâmiyet ile eski Türk dini arasında büyük
ayrılıklar da yoktu. Buna rağmen, eski Oğuz-Kağan destanları, elbetteki
İslâmilyetin birçok inançları ile uygunluk gösteremeyecekti. Bunun içindir ki,
İslâmiyetten sonra yazılan Oğuz-Kağan destanlarında, biraz daha değişiklik
yapılmış ve İslâmiyete uydurulmuştu. İslâmiyeti kabul eden Türkler bizce
Uygurlara nazaran, eski Türk an'anesini ve töresini daha çok korumuşlardı. Tabiî
olarak biz Oğuz Türkleri üzerine, daha büyük bir önem veriyoruz. "Çünkü Oğuzlar,
bütün Ortaasya ve Türk âleminin, en soylu ve en gelişmiş zümreleri idiler".
Şehir hayatına çoktan başlamış olmalarına rağmen, eski Türk devlet teşkilâtı ile
disiplini, onların ruhlarından henüz daha silinmemişlerdi. Bu sebeple Oğuz
Türklerinin destanlarında, Uygurlarınkine nazaran, daha eski ve daha köklü
motifler görüyoruz. İslâmiyetten sonraki Türk destanlarına göre, "Oğuz-Han'ın
babası Kara-Han" idi. Oğuz Han'ın babasının, "Kara-Han" adını alması da boş
değildi. Eski Türklerde, "Ak ve kara soylular ile halkı birbirinden ayıran,
sembolik renkler" idi. "Ak-Kemik", Kağanlar ile, onların oğulları idiler.
"Kara-Kemik" ise, halk tabakasından başka bir şey değildi. Diğer kitaplarımızda
da her zaman söylediğimiz gibi, Türk halklarının "ak" ve "kara" şeklinde
ayrılmış olmalarına rağmen, aralarında bir sınıf mücadelesi yoktu. Müslüman
Türkler, Oğuz-Han'ın babasına "Kara-Han" diyorlardı. Çünkü kendisi Müslüman
değildi. Müslüman olmak isteyen oğlu Oğuz-Han'a da engel olmak istemişti. Tabiî
olarak bu fikirlerimiz tam ve kesin değildir. Fakat Türk tarihi ve an'aneleri
hakkındaki bilgilerimiz, bizi bu sonuca doğru sürüklemektedirler. Oğuz Han
Müslüman Türklere göre, babasından çok, an'anesine bağlıdır. Bu sebeple Oğuz
destanını anlatmağa başlarlar iken, hemen şöyle derler:



Üç gün üç gece geçti, annesine gelmedi,

Annenin memesinden, bir damla süt emmedi.

Bana gelmedi diye, annesi ağlıyordu,

Sütümü emmedi diye, kalbini dağlıyordu.

Ağlayıp sızlıyordu, beşiğe dolanarak,

Sütümü, az em diye, çocuğa yalvararak!



2. TÜRK MİTOLOJİSİ VE KUTSAL ÇOCUKLAR



Oğuz Han diğer Türk destanlarında olduğu gibi doğar doğmaz, bir olgunluk ve
erginlik gösteriyordu. Annesi, henüz daha Müslüman olmamıştı. Annesine karşı, bu
kırgınlığın sebebi de, bundan başka birşey olmamalıydı. Nitekim az sonra Oğuz
Han annesi ile konuşmağa başlar ve ona şöyle der:



Ey, benim güzel annem, öğüdümü alırsan!

Yüce Tanrı'ya tapıp, eğer hakkı tanırsan!

O zaman memen alır, ak sütünü emerim!

Bana lâyık olursan, adına anne derim!





Oğuz-Kağan'ın annesi, henüz daha üç günlük beşikte yatan çocuğunun, böyle
konuşup söyleşmeye başladığını görünce, ona kalpten bağlanır ve Tanrıya
inandığını oğluna söyler. Müslüman Türklerin söyledikleri bu Tanrı, İslâmiyetin
Allah'ından başka birşey değildi. Fakat aynı zamanda destanlar, zaman zaman bir
"Gök Tanrısı" ndan da söz açıyorlar ve eski Türklerin, gerçek inançlarını açığa
vurmaktan geri kalmıyorlardı. Eski Türklerde de "üç sayısı" ve "üç yaşında" olma
önemli idi. Fakat Türk mitolojisinin en önemli sayısı "yedi" ile "dokuz"
sayılarıdır. Müslüman Türklerin Oğuz destanlarında: "Oğuz-Kağan, üç gün içinde
olgunlaşmıştı". Halbuki eski Altay destanlarında: "Çocuğun olgunlaşması için,
yedi günün geçmiş olması gerekiyordu". Hatta çok güzel, şöyle bir Altay efsanesi
de vardır:



Altay'da olmuş idi, bir çocuk doğmuş idi,

Dünyaya gelir iken, nurlara boğmuş idi.

Yedi kurtlar uçmuşlar, koku alıp koşmuşlar,

"Çocuğu ver", demişler, uluyarak coşmuşlar.

Annesi çok ağlamış, yüreğini dağlamış,

Çocuk da dile gelmiş, yarasını bağlamış.

Demiş: "Anne, sızlama! Oyala da, ağlama!

"Yedi gün mühlet iste, işi bağla sağlama!"

Yedi gün mühlet dolmuş, annenin benzi solmuş,

Oğlan beşiği kırmış, bir civan yiğit olmuş.



Bu Altay efsanesi mitolojinin ta kendisidir. Gerçi Oğuz-Kağan destanı da, bir
mitolojidir. Fakat büyük devletler kurup gelişen Türk toplumları, onun içindeki
akla uymayan motifleri ayıklamış ve gerçekçi bir şekle sokmuşlardı. Oğuz-Kağan
destanında, göklerde dolaşıp, ğögün çeşitli katlarını zapteme ve türlü ruhlarla
çarpışma, kutsal bir Hakandı. Fakat O, daha çok, bir insandı. İnsanlık
özelliklerini taşımış ve insanların yaşadığı yeryüzünü zaptederek, Tanrı adına,
idare etmeğe memur edilmişti. Az önce özetini yaptığımız Altay efsanesi dikkatle
incelenince, daha birçok mitolojik motifler de ortaya çıkacaktır. Meselâ "Yedi
kurt"."Büyük ayı burcu" nun, yedi yıldızında başka bir şey değildi. Çünkü
Türklere göre: "(Büyükayı burcu'nun yedi yıldızı, kalın ve demir zincirlerle
Kutup yıldızı'na bağlanmış, yedi azgın kurt idiler). Bir ara bu kurtlar, çocuğun
atı ile tayını da alıp götürmek isterler. Bu savaşlar sırasında çocuk sıkışınca,
akıllı ve kutsal buzağısı da ona yol gösterir ve başarı sağlamasına imkân verir.
(Türklere göre 'Küçükayı burcu', iki at tarafından çekilen, bir arabadan başka
birşey değildi.) Bu burcun etrafından dönen Büyükayı burcunun yedi kurdu, bu iki
atı yakalayıp yemek isterler ve bunun için de gökyüzünde, durmadan onların
etrafında dönerlerdi. (Altay efsanesi göre). Küçükayı burcu, çocuğun dostu ve
yakını idi. Boğa burcu da, herhalde yine bu kahramanın buzağısından başka birşey
olmamalıydı".



Görülüyor ki, Oğuz-Kağan destanı birdenbire uydurulmuş ve yazılmış bir hikâye
değildi. Onun kökleri, yüzyıllar önce inanılmış ve söylenmiş, Türk efsaneleri
ile inançlarına dayanıyordu. Süzüle, süzüle, akla mantığa uymayan bölümlerin,
gerçeğe uydurulması ile, bütün Türklerin malı olan Oğuz-Kağan destanı meydana
gelmişti.





3. OĞUZ - KAĞAN'IN DOĞUŞU



"Oğuz-Kağan, kutsal bir şekilde doğmuştu":



Az önce, büyük Türk kahramanlarının, genel olarak kutsal bir şekilde
doğduklarını söylemiştik. Elbette ki Oğuz-Kağan'ın da doğuşu da, kutsal ve
fevkalâde bir şekilde olmalıydı. Nitekim Uygurların Oğuz-Kağan destanı, O'nun
doğuşunu şöyle anlatıyordu:



Gök mavisiydi sanki, benzi bu oğlancığın!

Ağzı kıpkızıl ateş, rengi bu oğlancığın!

Al, al idi gözleri, saçları da kapkara,

Perilerden de güzel, kaşları var ne kara!





Oğuz-Kağan doğarken, benzinin rengi tıpkı gök mavisi gibi idi. Yüz, eski
Türklere göre, insanın en önemli bir yeri idi. Utanç, kötülük ve hatta kutsallık
bile, insanın yüzüne akseden özellikleri idiler. Kötü bir insanın yüzü, elbette
kara idi. İyilerin de yüzleri, aktı. Ama kutsal insanların yüz rengi, gök
mavisinden başka birşey olamazdı. Çünkü gök, Tanrı'nın oturduğu ve hatta bazan,
Tanrı'nın kendisinden başka birşey değildi. "Oğuz-Kağan doğarken, yüzünün gök
renkten olması, onun gökten geldiğini ve Tanrı'nın rengini taşıdığını gösteren
bir belirti idi." Biz yanlış olarak Türklerin, "Gök Börü", yani gök kurt
dedikleri kutsal kurda, bozkurt adını veregelmişiz. Aslında ise gök ile boz
arasında büyük ayrılıklar vardır. Türklerin kutsal kurtlarının rengi de gök idi.
Çünkü o Tanrı tarafından gönderilmiş bir elçiden başka bir şey değildi. Belki de
Tanrı'nın ta kendisi idi. Tanrı, kurt şekline girerek Türklere görünüyor ve
onlara başarı yolu açıyordu. Onun için de, kurdun rengi gömgök idi. Daha
sonraları Türkler, gök rengini olgunluk, erginlik ve tecrübenin bir sembolü
olarak görmüşlerdir.



Oğuz-Kağan'ın ağzı ateşe niçin benzetilmişti":



Bugün Anadolu'da söylenen, "Gözleri Kanlı" deyimi de, bize çok şeyler ifade
eder. O'nun gözlerinin al oluşu, daha doğrusu kan rengine benzemesi,
Oğuz-Kağan'ın büyük bahadarlığının, bir özelliğinden başka bir şey değildi.
Cengiz-Han da doğarken "avucunun içinde bir kan pıhtısı" tutuyordu. Bunu gören
annesi ile babası şaşırmış ve hemen Şamanlara koşmuşlardı. Şamanlar ise, O'nun
dünyayı zaptedeceğini ve büyük bir bahadır olacağını söylemişlerdi. Fakat
Cengiz-Han çağı ile ilgili efsaneler, en eski Türk ve Ortaasya özelliklerini
göstermiyorlardı. Elbetteki onları kökleri de, Türk mitolojisine dayanıyordu.
Fakat Çin yolu ile, Moğollara birçok yabancı tesirler girmişti. Türklerde yeni
doğan kahramanlar, avuçlarında bir kan pıhtısı tutmazlardı. Çünkü biraz da, eski
Hint mitolojisinin motiflerinden biri idi. "Türklerin kahramanlarının gözleri,
kırmızı ve kızıldır." Çinde de, bu vardır. Fakat çin kahramanlarının gözleri
yalnız kırmızı olmakla kalmazlar, aynı zamandan cam gibi de parlarlardı.
Çinliler, "Büyük bir Göktürk Kağanı Mohan Kağan'dan söz açarken, onun da yüzünün
kıpkırmızı ve gözlerinin cam gibi parladığını" söylüyorlardı. Herhalde
Mohan-Kağan, acayip bir fizyonomiye sahip değildi. Fakat 20 sene müddetle, bütün
Çin'i korkutmuş ve diz çöktürmüş bir hükümdardı. Eski Türkler, kırmızı renk için
genel olarak "al" sözünü kullanırlardı. Fakat bu söz sonradan, biraz da manevi
bir anlam almıştı. Nitekim loğusaları basan ve kötülük yapan, "Albastı" da, yine
bu rengi taşıyordu. Altay Türkleri, büyük kurt sürülerini idare edip, köylere
korkunç zararlar veren kurtlara da, zaman, zaman, "al-börü" derlerdi. Bu allık,
kurdun veya albastı gibi ruhların renginden dolayı değil; daha çok, onların
korkunç zararlar vermesinden ileri geliyordu. Çünkü onlar güçlü ve kudretli
idiler. Tıpkı yeryüzünü zapteden ve kendi egemenliği altında toplayan Oğuz-Kağan
gibi.



"Oğuz-Kağan'ın yüzünün rengi gök mavisi, gözleri de al, yani kırmızı idi".



Bazıları al sözünü, "ela" şeklinde anlamak istemişlerdi. Fakat tabiî olarak,
bunun aslı yoktur. Çünkü, "Oğuz-Kağan'ın saçları da kara" idi. Sarı değil. Bu
sebeple gözlerinin elâ olmasına da, hiçbir sebep yoktu.



iefe66

  • Site Yöneticisi
  • İleti: 840
  • Üyelik Tarihi: 14-09-2011
RE:TüRK DESTANLARI
Tarih : 20-03-2013 Saat : 08:50

Bozkurt Destanı

Bilinen en önemli iki Göktürk Destanından birisidir. Bir bakıma, M.S.
altıncı yüzyıldan sekizinci yüzyıl ortalarına kadar egemen olmuş bu Türk
Devletinin Göktürklerin soy kütüğü ve var olma hikâyesidir. Ayrıca, Türk ırkının
yeni bir dal hâlinde dirilişi de diyebileceğimiz Bozkurt Destanı, Bilge Kağan'ın
Orhun Âbidelerindeki ünlü vasiyetinin ilk cümlesi olan: "Ben Tanrıya benzer,
Tanrıdan olmuş Türk Bilge Kağan, Tanrı irade ettiği için, kağanlık tahtına
oturdum" cümlesi ile birlikte düşünülecek olursa soyun ve ırkın nasıl bir
şekilde ilahileştirilmek istenildiğini de anlatmaktadırlar. Destan Çin
kaynaklarında kayıtlıdır. Değişik söyleyişler durumunda ise de, çizgileri aynı
fakat isimler üzerinde, anlatıştan doğma veya Çinlilerce yazılırken isimlerin
Çince söylenmesinden meydana gelme değişikler yüzünden ayrı görünen belli üç
söylenti şeklinde yazılmıştır.



Birinci söyleyiş:





Hun Ülkesinin kuzeyinde So adı verilen bir ülke vardı. Burada, Hunlarla aynı
soydan olan Göktürkler otururdu. Bir gün Göktürkler So Ülkesinden ayrıldılar. Bu
sırada başlarında Kağan Pu adlı bir yiğit vardı. Kağan Pu'nun on altı kardeşi
bulunuyordu. On altı kardeşten birinin annesi bir kurttu.





Annesi Göktürklerce en kutsal yaratıklardan biri olarak bilinen ve böyle kabul
edilen bir kurt olduğu için delikanlı, rüzgârlara ve yağmura söz geçirir, bu iki
kuvveti buyruğu altında tutardı.





Bununla beraber, So Ülkesindeki yurtlarından ayrılan Göktürkler düşmanlarının
baskınına uğradılar.



Bu baskında düşmanlar bütün Göktürkler'i yok ettikleri gibi on altı kardeşten
sadece birisi kurtulabildi. Kurtulan delikanlı annesi kurt olan idi.





Bu delikanlının da, birisi yaz diğeri de kış ilâhının kızı olan iki karısı
vardı. Baskından sonra her ikisinden ikişer oğlu oldu. Zamanla kalabalıklaşıp
çoğalan halk, çocuklardan en büyüğünü kendilerine Hakan seçtiler; o zamanki adı
Göktürk dilinde değildi. Hakan seçilir seçilmez Göktürkçe olmayan bu adını
bıraktı ve Türk adını aldı.





Ondan sonra Türk on kadınla evlendi, bir çok çocukları oldu. içlerinden Asena
adını taşıyan biri hakanlık tahtına geçince boyun adı da Aşine oldu.



İkinci söyleyiş:





Hunların bir boyu olan ve adına Aşine denilen Türk boyu Hazar Denizinin batı
taraflarında yerleşmişti. Türklerin ilk atası olarak biliniyordu. Rahat ve huzur
içinde otururlarken bir gün ansızın düşmanların baskınına uğradılar. Baskının
sonunda kimse sağ kalmadı.





Her nasılsa küçücük bir çocuk bu baskından sağ kalmış bir köşeye sığınmıştı.
Düşmanlar onu da gördüler. Fakat, cılız ve küçük bir çocuk olduğu için kimse
ondan korkmadı ve ona aldırmadı. Hattâ içlerinden acıyanlar bile çıktı. Ama
düşman yine de her ihtimali düşünüp, çocuğu öldürmektense kolunu bacağını kesip
orada öylece bırakmayı uygun gördü; düşündükleri gibi yaptılar.





Kolunu bacağını kesip, yan ölü hâle getirdikleri çocuğu alıp bataklıkta bir
sazlığa attılar; bırakıp gittiler.





O sırada, nereden çıktığı bilinmeyen bir dişi Bozkurt göründü, geldi, çocuğu
emzirdi. Yaralarını yalayıp iyi etti. O günden sonra da, avlanıp getirdiği
yiyeceklerle çocuğu besleyip büyüttü, gücünü kuvvetini arttırdı.





Zamanla Bozkurd'un beslediği çocuk gürbüzleşti.





Günlerden sonra bir gün, baskın yapıp Asine soyunu yok eden düşman başbuğu,
kolunu bacağını keserek sazlığa attıkları çocuğun yaşadığını öğrendi. Adamlar
gönderip durumu öğrenmek, sağ kaldı ise öldürtmek istedi.





Düşman başbuğunun gönderdiği asker geldiğinde, kolu bacağı kesik gencin yanında
bir dişi Bozkurt gördü. Dişi Bozkurt tehlikeyi sezmişti, dişleriyle gerici
yakaladığı gibi denizin öte yanına geçirdi; orada da durmayıp Altay Dağlarına
doğru götürdü. Orada, her tarafı yüksek dağlarla çevrili bir yaylada bir
mağaraya yerleştirdi, onunla evlendi; on oğlan doğurdu!





Mağaranın bulunduğu yayla yeşillikti; serin gür suları, meyve ağaçlan, av
hayvanları vardı. Oğlanlar orada büyüdüler, orada evlendiler. Her birinden bir
boy türedi. Bunlardan birinin adı da Asine boyu idi.





Asine, kardeşlerinin içinde en akıllı, en gözü pek, en yiğit olanı idi. Bu
yüzden Türk Hakanı o oldu.



Soyunu unutmadı. çadırının önüne her zaman, tepesinde bir kurt başı bulunan bir
tuğ dikti.





Aradan çok yıllar geçti. Aşine boyuna Asençe adlı bir başka yiğit hakan oldu.
Bunun zamanında ise Aşine boyu, bulundukları yerden çıkıp daha güzel yurtlara
yerleştiler.





Üçüncü söyleyiş:





Bir not halindedir. Çin devlet adamlarından Cjan-Ken'in, Milattan önce 119
yılında, Çine göre batı ülkelerinde yaptığı gezi sonunda gördüklerini ve
duydukların yazıp o zamanki Çin împaratoruna sunduğu notlan arasında kayıtlıdır.
Notu, Abdülkadir înan'ın, Türk Dili Araştırmalan Yıllığı (1954) ndaki Türk
Destanlanna Genel bir bakış adlı yazısından olduğu gibi alıyoruz:





"Hun Ülkesinde bulunduğum zaman duydum ki Usun Hanı, Gunmo unvanını taşıyor.
Gunmo'nun babası, Hunlann batısındaki bir ülkeye sahipti. Gunmo'nun babası bir
savaşta Hunlar tarafından öldürüldü. Yeni doğmuş olan Gun-mo'yu kırlara attılar.
Kuşlar çocuğu sineklerden koruyor; bir dişi kurt sütüyle besliyordu. Hun Hakanı
buna şaştı. Bu çocuğu saydı. Onu kendi terbiyesine aldı, büyüttü. Babasının
ülkesini ona geri verdi."


iefe66

  • Site Yöneticisi
  • İleti: 840
  • Üyelik Tarihi: 14-09-2011
RE:TüRK DESTANLARI
Tarih : 20-03-2013 Saat : 08:51

Egenekon Destanı



Ergenekon Destanı, "Büyük Türk Destanından bir parçadır. Türk
kavimlerinden Göktürkler'i mevzu alır. Göktürkler'in menşeini açıklamak ister.
Ergenekon Destanı'nın özeti şöyledir:



Türk illerinde Göktürkler'e itaat etmeyen bir yer yoktu. Bunu kıskanan yabancı
kavimler birleşerek Göktürkler'in üzerine yürüdüler. Maksatları öç almaktı.
Göktürkler, çadırlarını, sürülerini bir yere topladılar. Çevresine hendek kazıp
beklediler. Düşman gelince, vuruşma da başladı. On gün vuruştular. Göktürkler
üstün geldi.





Bu yenilgiden sonra yabancı kavimlerin hanları ve beyleri av yerinde toplanıp
konuştular.





"Göktürkler'e hile yapmazsak akıbet işimiz yaman olur," dediler.





Tan ağarınca, baskına uğramış gibi, ağırlıklarını bırakıp kaçtılar.





Göktürkler, "Bunların vuruşma güçleri bitti, kaçıyorlar," deyip arkalarından
yetiştiler.





Düşman, Göktürkler'i görünce, birden döndü. Vuruşma sonunda düşman, Göktürkler'i
gafil avlayıp yendi. Göktürkler'i öldüre öldüre çadırlarına geldi. Çadırlarını
ve mallarını öylesine yağmaladı ki, bir ev kurtulmadı. Büyüklerin hepsini
kılıçtan geçirdi. Küçükleri kul edindi. Her düşman birini alıp gitti.










Göktürkler'in başında İl Han vardı. Çocukları çoktu. Fakat bu uğursuz vuruşmada
bir tanesi hariç, hepsi öldü. Kayı adlı bu oğlunu o yıl evlendirmişti. İl Han'ın
Dokuz-Oğuz adlı bir de yeğeni vardı. Kayı ile Dokuz-Oğuz düşmana tutsak
olmuşlardı. Fakat on gün sonra bir gece ikisi de kadınları ile beraber atlara
atlayıp kaçtılar. Göktürk yurduna geldiler. Burada düşmandan kaçıp gelen çok
deve, at, öküz ve koyun buldular. "Dört taraftaki illerin hepsi bize düşman.
Gereği odur ki, dağların içinde insan yolu düşmez bir yer izleyip oturalım,"
dediler. Dağa doğru sürülerini alıp göç ettiler.





Geldikleri yoldan başka yolu olmayan bir yere vardılar. Bu tek yol da öylesine
bir yoldu ki, bir deve veya bir at güçlükle yürürdü. Ayağını yanlış bassa
yuvarlanıp parça parça olurdu. Göktürkler'in vardıkları yerde akarsular,
kaynaklar, türlü bitkiler, meyveler, ağaçlar ve avlar vardı. Böyle bir yeri
görünce, ulu Tanrı'ya şükrettiler. Hayvanlarının kışın etini yediler; yazın
sütünü içtiler. Derisini giydiler. Bu ülkeye "Ergenekon" adını koydular.





İki Göktürk prensinin Ergenekon'da çocukları çoğaldı. Kayı Han'ın çok çocuğu
oldu. Dokuz-Oğuz Han'ın daha az oldu. Çok yıllar bu iki Hanın çocukları
Ergenekon'da kaldılar. Pek çoğaldılar.





Dört yüzyıl sonra kendileri ve sürüleri o kadar çoğaldı ki, Ergenekon'a
sığışamaz oldular. Buna bir çare bulmak için kurultay topladılar. Dediler ki,
"Atalarımızdan işittik; Ergenekon dışında geniş ülkeler, güzel yurtlar varmış.
Bizim yurdumuz da eskiden o yerlerde imiş. Dağların arasından yol izleyip
bulalım. Göçüp Ergenekon'dan çıkalım. Ergenekon dışında her kim bize dost
olursa, onunla görüşelim. Düşmanla vuruşalım".





Kurultay bu kararı alınca, Göktürkler, Ergenekon'dan çıkmak için yol aradılar,
bulamadılar.





O zaman bir demirci dedi ki, "Bu dağda bir demir madeni var. Yalın kat madene
benzer. Şunun demirini eritsek, belki dağ bize geçit verirdi". Göktürkler, varıp
demircinin gösterdiği dağ parçasını gördüler. Demircinin tedbirini de
beğendiler. Dağın geniş yerine bir kat odun, bir kat kömür dizdiler. Dağın
üstünü altını, yanını, yönünü böylece odun ve kömürle doldurduktan sonra, yetmiş
deriden büyük körükler yapıp yetmiş yere koydular. Odun-kömürü ateşleyip
körüklemeye başladılar,





Tanrı'nın gücü ve inayeti ile ateş, kızdıktan sonra demir dağ eridi, akıverdi.
Bir yüklü deve çıkacak kadar yol oldu. O kutsal yılın, kutsal ayının, kutsal
gününün, kutsal saatini bekleyip bu yoldan Ergenekon'dan çıkmaya başladılar. Bu
kutsal gün, ondan sonra Göktürkler'de bayram oldu. Her yıl o gün gelince büyük
tören yapılır; bir parça demir alınıp ateşte kızdırılır. Bu demiri Önce Göktürk
Ham kıskaçla tutup örse koyar, çekiçle döver.



Ondan sonra Türk beyleri de böyle yapıp bu günü kutlarlar.





Ergenekon'dan çıkınca, Göktürkler'in ulu hakanı Kayı Han soyundan Börteçine,
bütün illere elçiler gönderdi; Göktürkler'in Ergenekon'dan çıktıklarını
bildirdi. Tâ ki, eskisi gibi bütün iller Göktürkler'in buyruğu altına girer.


iefe66

  • Site Yöneticisi
  • İleti: 840
  • Üyelik Tarihi: 14-09-2011
RE:TüRK DESTANLARI
Tarih : 20-03-2013 Saat : 08:51

Türeyiş Destanı

Bir Uygur destanıdır. Büyük Türk imparatorluğunun Göktürkler'den sonraki
halkası olan Uygur Türkleri, Türeyiş Destanı ile soylannın yeryüzünde ilk
görünüşlerini anlatırken aynı zamanda da, bütün Türk boylarında yaygın bir
inanış olarak beliren, soyun ilâhî bir kaynağa bağlanması fikrini bir kere daha
belirtmiş olmaktadırlar.





Uygur Türeyiş Destanının, Göktürk-Bozkurt Destanı ile olan çok yakın
benzerlikleri, ilk okuyuşta anlaşılacak kadar açıktır. Hemen bütün Türk
Destanlarının birinci derecedeki unsuru olan kurt süsü, gerek Türeyiş ve gerekse
Bozkurt Destanlarında özellikle ilâhileştirilmekle, neslin başlangıcı ve
sürekliliği bu ilâhî süse bağlanmaktadır.





Türeyiş Destanı, aslında bir büyük destanın başlangıç kısmına benzemektedir.
Büyük bir ihtimâlle, Göktürk-Bozkurt destanı gibi Uygur Türeyiş Destanı da, ilk
büyük Türk Destanı olan Yaradılış Destanının etkisi altında gelişip meydana
getirilmiş, daha dar bir çevrenin küçük çapta bir yaradılış destanıdır.



Destan:





Büyük Hun Hakanlarından birinin iki kızı vardı. Kızlarının ikisi de bir birinden
güzeldi. Öyle güzeldi ki, Hunlar, bu iki kızın da, ancak ilahlarla
evlenebileceğine inanıyor ve bu kızların insanlar için yaratıldığını
söylüyorlardı.

Hakan da aynı şekilde düşündüğü için kızlarını insanlardan uzak tutmanın
yollanın aradı, ülkesinin en kuzey ucunda, insan ayağı az basan veya insan ayağı
hiç görmeyen bir yerinde, çok yüksek bir kule yaptırdı.



Kızların ikisini de bu kuleye kapattı. Ondan sonra da aklınca inandığı ilaha
yalvarmağa, gelip kızlarıyla evlenmesi için yakarmağa başladı. Öyle yalvarıyor,
öyle yakarıyordu ki sonunda bir gün. Hakanın kendi aklınca inandığı İlâh
dayanamadı ve bir Bozkurt şekline girip geldi. Hun Hakanının kızlarıyla evlendi.





Bu evlenmeden bir çok çocuklar doğdu; bunlara Dokuz Oğuz-On Uygur denildi.
Çocukların hepsinin sesi Bozkurt sesine benzedi. Yine bu çocuklar, birer Bozkurt
ruhu taşıyarak çoğaldılar.