TüRK DESTANLARI
Bütün dünya edebiyatlarında olduğu gibi Türk Edebiyatının da ilk örnekleri
destanlardır. Türk edebiyat geleneği içinde "destan" terimi birden fazla nazım
şekli ve türü için kullanılmış ve kullanılmaktadır. Eski Türk Edebiyatı nazım
şekillerinden mesnevilerin bir bölümü ve manzum hikayeler, Anonim edebiyatta ve
Ãşık edebiyatında koşma veya mani dörtlükleri ile yazılan veya söylenen ferdi,
sosyal,tarihi, acıklı veya gülünç olayları tahkiye tekniği ile çeşitli
uslûplarla aktaran nazım türüne ve bu yazıda ele alınan kainatın, insanlığın,
milletlerin yaradılışını , gelişimini, hayatta kalma mücadelelerini ve çeşitli
olay ve nesnelerle ilgili sebeb açıklayan ve Batı Edebiyatında "epope" terimiyle
anılan eserlerin tamamı da Türk edebiyatı geleneği içinde "destan" adı ile
anılmaktadır. Bütün dünya edebiyatlarının başlangıç eserleri olan destanlar,
çeşitli konularda yaradılış hikayeleri yanında, milletlerin hayatında büyük
yankılar uyandırmış bir kahramanın veya tarih olayının millet muhayyilesinde
ortak sembol ve ifadelerle zenginleştirilmiş uzun manzum hikayeleridir.
Destanlar bütün bir milletin ortak mücadelesini ortak değerler, kurallar,
anlamlar bütünlüğü içinde yorumladığı ve yaşatıldığı toplumun geçmişini ve
geleceğini temsil ettiği için dünya edebiyatının en ülkücü eserleri olarak kabul
edilirler. Destanlar her zaman tarihi gerçekleri doğru biçimde nakletmezler.
Destanlarda tarihi olay ve kahramanlar milletin ortak bilinçaltının, vicdanının
istek, beklenti ,doğruları ve değerleri ile idealleştirilir, eski hatıralarla
birleştirilerek tarihi gerçekmiş gibi anlatılırlar.Her milletin milli kimlik ve
nitelikleri, ortak dünya görüşü , hatıra ve beklentileri yanında kusurları ve
yanlışları da destanlarına yansır. Cihangirlik tutkusu, kuvvet, binicilik ve
savaşcılık yanında verdiği sözde durma , acizlere ve mağluplara hoşgörü ile
yaklaşma, yardımcı olma Türk destanlarında dile getirilen ortak değer ve
kabullerdir. Türk destanları,kainatın, insanın, kadının ve erkeğin yaradılışı,
Türk milletinin doğuşu, çeşitli Türk devletlerinin kuruluş gelişme, çöküşleri,
zafer ve yenilgileri gibi konularla beraber pek çok sebeb açıklayıcı efsaneyi de
içinde barındırır. ilk örneklerinin manzum olduğu kabul edilen Türk
destanlarından Kırgız Türkleri arasında yaşayan Manas destanı dışında bütünüyle
günümüze gelebilen örnek bulunmamaktadır.Diğer Türk destanları çeşitli
kaynaklarda özet, epizot, hatıra, kısaltılmış seçme metinler halinde
bulunmaktadır.
Türk tarihine anahatlarıyla bakıldığında Türk hayatı fetihlerle başlamış ve yeni
toprakları yurt edinerek gelişmiştir. ilk anayurt olan Orta Asya hiç bir zaman
terkedilmemiştir. Türk halkları ilk anayurt olan Orta Asya'dan itibaren dünya
coğrafyası üzerinde geniş alana yayılmış ve bugün yedi Türk cumhuriyetinde, pek
çok özerk toplulukda ve çeşitli devletlerin idaresinde azınlık halinde
yaşamaktadır. Türk kültürü de tarih ve coğrafyadaki çok boyutluluğa paralel
olarak çeşitlenmiş farklı seviye ve birikimlerle zenginleşerek ve farklılaşarak
ancak ilk kaynaktan gelen ortaklıklarını sürdürerek günümüze ulaşmıştır. Bu
sebeble Türk destanları da tarihi ve coğrafi çok boyutluluğun getirdiği dil ve
kültür dairelerine paralel olarak çeşitlenmiştir. Türk destanları, anahatlarıyla
kültür dairelerine, kronolojik ve içinde teşekkül ettikleri veya muhafaza
edildikleri siyasi birliklere göre şöyle sınıflandırılmaktadırlar:
**********************************************************
1.Altay - Yakut
Yaradılış Destanı
Her şeyden önce su vardır. Yer , gök , ay ve güneş yoktu. İlah Kara Han (
Kayra Han ) ile insan vardı. Her ikisi de birer kara kaz şeklinde , suyun
üstünde uçuyorlardı.
Kara Han hiç bir şey düşünmüyordu. O sırada insan rüzgârı icât edip suyu
dalgalandırdı, Kara Hanın yüzüne su sıçrattı. Bunu yapınca da kendisinin
ilahlardan daha güçlü olduğunu sandı, daha yüksekte uçmak istedi.
Ama uçamadı ve suya düşüp dibe doğru dalmağa başladı. Neredeyse boğulacaktı;
"Bana yardım et!" diye bağırıp Kara Handan yardım istedi.
Kara Han izin verdi ve insan su yüzüne boğulmadan çıktı. Ondan sonra Kara Han:
"Sağlam bir taş olsun!" dedi; suyun dibinden bir taş yükseldi. Kara Han ile
İnsan, bu taşın üstüne oturdular. Kara Han İnsana: "Suya dal, suyun dibinden
toprak çıkar!" diye emir verdi, insan bu emri yerine getirdi. Suyun dibinden
çıkardığı toprağı Kara Han'a götürdü.
Kara Han, insanın getirdiği toprağı suyun üzerine serpti ve serperken de: "Yer
olsun!..." diye buyurdu. Buyruk yerine geldi, böylece yer yüzü yaratılmış oldu.
Kara Han, insana yi-, ne: "Suya dal ve suyun dibindeki topraktan çıkar!.." diye
emir verdi, insan suya daldığı zaman, bu sefer, kendim için de toprak alayım,
diye düşündü, iki avucuna da toprak doldurdu, birindekini Kara Han'dan gizlemek
için ağzına attı, sakladı. Maksadı, Kara Han'dan saklayıp kendine göre bir yer
yaratmaktı.
Bu düşünceyle avucundaki toprağı getirip Kara Han'a uzattı. Kara Han, bu toprağı
da suyun üzerine serpti ve genişlemesini buyurdu. Ne var ki Kara Han'ın suya
serptiği toprak gibi, insanın ağzının içine sakladığı toprak da büyüyüp
genişlemeğe başlamıştı. Bunu düşünmeyen insan korktu, soluğu kesilecekti,
neredeyse Ölecekti. Kaçmağa başladı. Ama nereye kaçsa yani başında Kara Han'ın
varlığını hissediyordu, ondan kaçamıyordu. Çaresiz kalınca yalvarmağa başladı.
Kara Han, insana: "Ağzındaki toprağı ne için sakladın?" diye sordu, insan:
"Kendim için yer yaratmak niyetiyle saklamıştım." diye cevap verdi. Kara Han da:
"Öyleyse at ağzından da kurtul!" dedi. insan, ağzında sakladığı toprağı attı.
Bunlar yere dökülürken küçük tepeler meydana geldi. Bunun üzerine Kara Han:
"Şimdi sen artık günahlı oldun" dedi; "Bana karşı geldin, kötülük düşündün.
Senden sonra sana uyan, senin gibi kötülük düşünenler, senin gibi kötü kişi
olacaklar; bana itaat edenler ise iyi ve temiz düşünceli olacak, onlar güneş ve
aydınlık yüzü göreceklerdir. Bundan sonra senin adın Erlik olsun. Günahlarını
benden saklayanlar senin adamın olsun, günahlarım senden saklayanlar ise benim
olsunlar!..."
Bu sırada, yer yüzünde dalsız budaksız bir ağaç yeşermişti. Kara Han bu dalsız
budaksız ağacı görünce hoşlaşmadı ; "Dallan, yaprakları olmayan ağaca bakmak hoş
değil, bu ağacın dokuz dalı birden olsun!..." dedi. Dalsız budaksız ağaç bir
anda dokuz dallı oluverdi. Kara Han bunu görünce: "Bu dokuz dalın her birinin
kökünde birerden dokuz kişi türesin ve bunlardan dokuz millet olsun!.." dedi.
Erlik, bunlar olurken büyük bir gürültü duymuştu. Nedir acaba? diye bakınıp
düşünürken vardı Kara Han'a gürültünün sebebini sordu. Kara Han da: "Ben bir
Hakanım sen de kendince bir Hakansın. Duyduğun gürültüyü yapan insanlar benim
insanlarımdır." diye cevap verdi. Erlik bu milleti kendisine vermesi için Kara
Han'a rica ettiyse de Kara Han: "Hayır!" diye karşıladı; "Sen git kendi işine
bak!"
Erlik'in canı sıkıldı. "Hele dur bir gidip şu milleti göreyim" diye kalabalığın
yanına vardı. Orada, insanlardan başka yaban hayvanları, kuşlar ve daha
bilmediği bir çok güzel yaratıklar vardı. Erlik: "Kara Han bunları nasıl yarattı
acaba? Bunlar burada ne yiyip ne içiyorlar?" dîye düşünmeğe başladı. O düşüne
dursun , insanlar ağacın meyvelerinden yemeğe başlamışlardı. Erlik baktı ki,
insanlar ağacın yalnız bir yanındaki meyvelerden yiyorlar, öte yandakilere
ellerini bile sürmüyorlar. Gidip bunun sebebini sordu, insanlardan aldığı cevap
ise: "Tanrı bize o yandaki meyvelerden yemeyi yasak etti, biz de bunun için o
meyvelerden yemiyor ancak, irin verdiği güneşin doğduğu yandaki meyvelerden
yiyoruz. Şu gördüğün yılan ile köpek, o yasak yandaki meyveleri ye-mememiz için
bekçilik ediyor."
Bu cevap Erlik'in canını sıkacağı yerde sevindirdi. Ağacın çevresindeki
insanların arasında bulunan Doğanay (Törüngey) denilen bir adam buldu ve ona:
"Kara Han size yalan söylemiş. Asıl size yasakladığı meyvelerden yemeniz
gerekir; daha tatlıdır, göreceksiniz" dedi. Bu sırada uyumakta olan yılanın
ağzına girdi ve yılana ağaca çıkmasını söyledi. Yılan da ağaca çıkıp yasak
meyvelerden yedi. Doğanay'ın karısı Ece (Eje) yanlarına gelmişti. Erlik,
Doğanay'la Ece'ye de meyvelerden yemeleri için ısrar etti. Doğanay, Kara Han'ın
sözünü tutarak yasak meyvelerden yemedi ama karısı Ece dayanamadı, yedi. Meyve
çok tatlı-idi. Alıp, kocasının ağzına sürdü o anda Doğanay ile Ece'nin tüyleri
dökülüverdi, birden utanmağa başladılar, kaçışıp her biri bir ağacın ardına
saklandılar.
Bu işler olurken Kara Han oraya gelmişti, insanların hepsi birden kaçışıp
aklınca birer köşeye gizlenmişlerdi. Kara Han: "Doğanay!. Ece!. Doğanay! Ece!"
diye haykırmağa başladı. "Neredesiniz?"
Doğanay'la Ece: "Ağaçların arasındayız" diye cevap verdiler. "Sana görünemeyiz.
Utanıyoruz."
Sonra, olanları bir bir anlattılar. Kara Han, bildiği şeyleri duymanın Öfkesi
içinde her birine ayrı ayrı cezalar verdi: "Şimdi sen de Erlik'ten bir parça
oldun" diye yılana verdi ilk cezasını; "İnsanlar sana düşman olsun, seni görünce
vurup, ezip öldürsünler!" dedi.
Ece'ye döndü: "Sen Erlik'in sözüne uydun, yasak meyveyi yedin, öyleyse cezanı
çekeceksin. Çocuk doğuracaksın, doğururken de türlü eza cefa ve acı çekeceksin.
Sonunda öleceksin, ölümü tadacaksın!"
Doğanay'a da şöyle diyerek cezasını verdi: "Erlik'in gösterdiğini yedin. Benim
sözümü dinlemedin. Madem Erlik'in sözüne uydun öyleyse onun adamları onun
ülkesinde yaşar, karanlık dünyasında bulunur. Benim ışığımdan mahrum kalır.
Benim sözümü dinlemiş olsaydın benim gibi olacaktın. Dinlemediğin için dokuz
oğlun ve dokuz kızın olacak. Bundan sonra ben insan yaratmayacağım. Bundan sonra
insanlar senden türeyecek. Tek başına ne yaparsan yap."
Erliğe de kızdı: "Benim adamlarımı neden aldattın?" diye sordu öfkeyle. ,
Erlik: "İstedim vermedin" dedi; "Ben de senden çaldım. Artık hep çalacağım. Atla
kaçarsa düşürüp çalacağım; içip içip sarhoş olurlarsa birbirine düşürüp
döğüştüreceğim.. Suya girseler, ağaçlara çıksalar bile yine çalacağım."
Kara Han da: "Öyleyse üç kat yerin altında, ayı güneşi olmayan karanlık bir
dünya vardır. Seni oraya atıyorum!" diye Erlik'i cezalandırdı.
Bu iş de bitince bütün insanlara birden ceza verdi: "Bundan sonra kendi
yemeğinizi kendiniz kazanacak, gücünüzle elde edeceksiniz, benim yemeğimden
yemek yok" dedi; "Artık yüz yüze 'gelip sizinle konuşmayacağım. Size bundan
sonra Gök Oğul'u (Maytere) göndereceğim."
Gök Oğul gelip insanlara bir çok şeyler yapmasını öğretti. Arabayı da Gök Oğul
yaptı. Ayrıca ot köklerini, yenebilecek bir kısım otlan yemeyi insanlara
öğretti.
Bu böylece sürüp giderken Erlik Gök Oğul'a yalvarıyordu: "Ey Gök Oğul, bana
yardım et, Kara Han'dan izin iste, yanına çıkmak dileğimi söyle, yardım et
bana!" ,
Gök Oğul, Erlik'in bu dileğini Kara Han'a iletti ise de Kara Han aldırış bilş
etmedi; Gök Oğul tam altmış yıl yalvarma-sına devam etti. Bunun üzerine, altmış
yılın sonunda Kara Han Erlik'e haber gönderdi: "Düşmanlıktan vazgeçersen,
insanlara kötülük etmezsen sana izin veririm, yanıma gelirsin." dedi. Erlik söz
verdi. Bunun üzerine, Kara Han'ın huzuruna çıktı, baş eğdi: "Beni kutsa, bana
izin ver, ben de kendime gökler yapayım" diye yalvardı.
Kara Han buna da izin verdi, îzni koparan Erlik kendisi için gökler yaptı
Adamlarını başına topladı, yaptığı göklere yerleştirdi, kendisi de başlarına
geçti, çok kalabalık oldular. .
İlâh Kara Han (Kayra Han) ın en sevgili kullarından olan Ulu kişi bu durumu
görüp üzülmüştü. Üzüntü içinde düşündü: "Bize bağlı, bizim öz insanlarımız yer
yüzünde cefa çekip yoruluyor; Erlik'in adamları ise göklerde keyfedip duruyor.
Bu iş, bir işe benzemez."
Bu üzüntülü düşünce içinde, biraz da Kara Han'a gücenmiş olarak, Erlik'e savaş
açtı. Ne var ki Erlik daha güçlü çıkıp karşı geldi ve ateşle vurup Ulu kişiyi
kaçırdı. Ulu kişi doğrulayıp Kara Han'ın huzuruna çıktı. Kara Han'ın: "nereden
geliyorsun?" diye sorması üzerine Ulu Kişi: "Erlik'in adamlarının gökyüzünde
oturması, buna karşılık bizim iyi insanlarımızın yer yüzünde yorgun argın
yaşamaları ağınma gitti, bu çok kötü bir durum diyerek Erlik'in yandaşlarım yere
indirmek göklerini başına yıkmak için Erlik'le savaş etmek istedim. Fakat gücüm
yetmedi, o beni kaçırdı" diye üzgün ve ağlamaklı cevap verdi.
Kara Han üzülmemesini söyledi. "Erlik'e benden başka kimsenin gücü yetmez" dedi.
"Erlik'in gücü senden fazladır. Ama bir gün gelecek senin gücün Erlik'in
gücünden daha üstün olacak..."
Bu söz üzerine Ulu Kişi'nin yüreği "ferahladı rahat rahat uyudu.
Bir gün geldi Ulu Kişi o gün güçleneceğini hissetti. Yine o gün Kara Han Ulu
Kişiyi yanına çağırttı ve: "Var git, güçlendin gayri; Erlik'in göklerini başına
yıkacak güce kavuşturdum seni, maksadına ereceksin" dedi. "Kendi gücümden sana
güç verdim."
Ulu Kişi önce hayret etti: "Yayım yok, okum yok, kargım yok, yatağanım yok.
Kupkuru bir bileğim var. Yalnız bilek gücüyle Erlik'i nasıl yok edebilirim ben?"
Kara Han, Ulu Kişi'ye bir kargı verdi. Ulu Kişi kargıyı alıp Erlik'in göklerine
gitti. Erlik'i yendi, kaçırdı; göklerini alt üst edip kırdı geçirdi. Erlik'in
gökleri parça parça oldu yeryüzüne döküldü. O zamana kadar dümdüz olan yer yüzü,
o günden sonra kayalıklarla, sipsivri dağlarla doldu. Görklü Güzel Tanrının
özene bezene yarattığı o güzel yer yüzü eğri büğrü oldu. Erlik'in bütün
yandaşları yere döküldü; suya düşenler boğuldu; ağaca çarpanlar sakatlanıp can
verdi; sipsivri taşların kayaların üstüne düşenler öldü; hayvanlara çarpanlar
hayvanların ayaklarının altında kaldılar.
Durum böyle olunca Erlik varıp Kara Han'dan kendine bir yer istedi. "Benim
göklerimin yıkılmasına sen izin verdin, benim barınacak bir yerim kalmadı" dedi.
Kara Han Erlik'i yerin altındaki karanlık ülkesine sürdü, üzerine yedi kat
kilitler vurdurdu. "Burada güneş ve ay ışığı görmeyesin; iyi olursan yanıma
alırım kötü olursan daha derinlere sürerim" dedi. Erlik bunun üzerine: "Öyleyse
ölmüş insanların canlarını bana ver; bedenleri senin olsun canları benim işime
yarasın" diye bir istekte bulundu. Kara Han : "Hayır, onları da sana
vermeyeceğim" dedi; "İstiyorsan kendin yarat." Böylece yaratma iznine kavuşmuş
olan Erlik eline bir çekiç, bir körük ve bir örs alarak vurmağa başladı. Her
vuruşta bir hayvan ortaya çıktı. Sırasıyla kurbağa, yılan, ayı, domuz, deve ve
kötü ruhlar yer yüzünü doldurdu. Sonunda Kara Han gelip Erlik'in elinden çekici,
örsü ve körüğü aldı, ateşe attı. Körük bir kadın, çekiç bir erkek oldu. Kara Han
kadını yakalayıp yüzüne tükürdü. Tükürür tükürmez, kadın bir kuş olup uçtu. Bu
kuş, eti yenmeyen tüyü bir işe yaramayan Kurday denilen kuştur.
Kara Han erkeği yakalayıp onun da yüzüne tükürdü, o da bir kuş olup uçtu, adına
Yalban Kuşu dediler.
Bütün bunlardan sonra Kara Han, insanlara: "Ben size mal verdim, aş verdim; yer
yüzünde iyi, güzel, temiz ne varsa verdim, yardımcınız oldum, siz de iyilik
yapınız. Ben göklerime çekileceğim, belki bir daha dönmeyeceğim." dedi.
Arkasından yardımcı ruhlarına: "Gün Aşan, sen, içki içip aklını yitirenleri;
körpecik çocukları, kısrak yavrularını inek buzağılarını koru, onlara kötülük
gelmesin. Sağlığında iyilik yapmış olanların ruhlarını yanına al, intihar
edenlerinkini alma. Zenginlerin malına göz dikenleri, hırsızlan, başkalarına
düşmanlık edenleri koruma. Benim için, bir de Hâkanları ile Yurtlan için savaşıp
ölenlerin ruhlarını da yanına al, benim yanıma getir.
İnsanlar! Size yardım ettim, sizden kötü ruhları uzaklaştırdım. Onlar insanlara
yaklaşırlarsa insanlar onlara yiyecek versinler, ama o kötü ruhların
yemeklerinden yeme-sinler, yerlerse onlardan olurlar. Şimdi ben aranızdan
ayrılıyorum ama yine geleceğim beni unutmayınız, geri gelmez sanmayınız. Tekrar
geldiğimde iyiliklerinizin ve kötülüklerinizin hesabını göreceğim. Şimdilik
benim yerimde Ağca Dağ, Ulu Kişi ve Gün Aşan kalacaklar, sizlere yardımcı
olacaklar.
Ağca Dağ! Gözlerini dört aç! Erlik senin elinden ölenlerin ruhlarını çalmak
isterse, Ulu Kişi'ye söyle, o güçlüdür. Gün Aşan, sen de iyi dinle, kötü ruhlar
yerin altındaki karanlıklar ülkesinden yukarı çıkmasınlar, çıkarlarsa hemen Gök
Ogul'a git ve haber ver, ona güç verdim, kötü ruhları kovar.
Alma Ata ayı ve güneşi bekleyecek. Ulu '"işi yer yüzünü ve gök yüzünü koruyacak
Gök Oğul ise iyilerden kötüleri uzaklaştıracaktır."
Bunlan söyledikten sonra Kara Han uzaklaştı.
Ulu Kişi Kara Han'ın öğütlerini bir bir yerine getirdi. Olta yaptı, balık
avladı; tüfeği barutu icât etti, sincap o vurdu.
Sonra bir gün geldi Ulu Kişi kendi kendine mırıldandı:
"Bugün beni rüzgâr uçuracak, alıp götürecektir!"
Ulu Kişi'nin dediği gibi rüzgâr geldi, aldı Ulu Kişiyi uçurdu götürdü. Ağca Dağ
bunun üzerine insanlara: "Ulu Kişi'yi ilâh Kara Han yanına aldı. Onu
bulamazsınız artık, beni de bir gün gelecek yanına çağıracak, nereye isterse
oraya gideceğim. Siz öğrendiklerinizi unutmayın, Kara Han böyle istedi" dedi.
İnsanlar kendi hâline bırakıp o da gitti.
Alper Tunga Destanı
Yaradılış Destanından sonra bilinen ilk büyük ve millî Türk Destanı Alp Er
Tunga Destanıdır. Fakat bu destanın, hattâ özeti hakkında dahî kesin bilgiler
edinilmiş değildir; çok eski çağlarda ve Türk Boylan arasında böyle bir destanın
söylenmiş olduğu, bilinmeyen sebeplerden, belki de bu destanlardan sonra
çekirdeklenmeye başlayan ve daha etkili bir şekilde Türk Boylarını coşturan
destanlar, özellikle Oğuz Kağan Destanının etkisiyle unutulmağa başlamış
olabileceği varsayımını kabul etmek zorundayız,
Alp Er Tunga Destanı hakkındaki bilgilerin en önemli kaynağı Divan-ı Lugat-it
Türk'tür. Milâttan sonra on birinci yüzyılda Kâşgarlı Mahmut tarafından yazılan
bu eserde, Destanın, büyük bir ihtimâlle son kısımlarına ait bir ağıt (sagu)
yazılı olarak verilmektedir.
Bu Türk Beğlerinde atı belgülük
Tunga Alp Er idi katı belgülük
Bedük bilgi birle öküş erdemi
Biliglig ukuşlug budun ködremi
Tacikler ayur ânı Afrasyab
Bu Afrasyap tutdı iller talab
Bugünkü Türkçemizle: "Alp Er Tunga, Türk Beyleri içinde adı ve kutsallığı
bilinen ve tanınan bir yiğit idi; geniş bilgisinin yanında sayılamayacak kadar
çok erdemi vardı: bilgiliydi, anlayışlıydı, meziyetleri çoktu. İranlılar ona,
Afrasyab adını vermişlerdi. Afrasyab dünyaya hükmetti" anlamına gelen bu
ağıttan, Alp Er Tunga'nın, İranlılar arasında da çok iyi bilindiği
anlaşılmaktadır. Nitekim, İran Destanı olan Şehnâme'nin yazan Firdevsî de,
destanının büyük bir kısmında Afrasyab'ın kahramanlıklarından söz etmek zorunda
kalmıştır. Başka bir milletin kahramanından, kendi destanlarında söz
edilebilmesi için o kahramanların gerçekten çok büyük değer taşımaları
gerekmektedir. Alp Er Tunga'da bu değerler fazlasıyla vardır. Şehnâme'ye göre,
önce Turan ülkesinin şehzadesi sonra da hakanı olarak adı geçen Alp Er Tunga
Îran-Turan savaşlarının çok ünlü Turan kahramanıdır. Babasının öğüdünü tutmuş ve
o zaman güçlü bir ülke olan İran'a savaş açmıştır. Selvi gibi uzun boylu, kollan
ve göğsü aslana eş güçte ve fil kadar güçlü bir yiğitti, İranlıları yendi. İran
hükümdarını esir aldı.
İran ülkesinde bir çok padişahlıklar bulunuyordu. Bunlardan biri de Kabil
Padişahlığı idi ve başında da Zal adlı biri vardı. Kabil Padişahı Zal, Alp Er
Tunga'nın elinde esir olan İran Hükümdarını kurtarmak için Turan ülkesine
yürüdü. Alp Er Tunga'yı yendi ama hükümdarını kurtaramadı. Zaman geçti. İran
ülkesine hükümdar olan Zev de öldü. Bunu fırsat bilen Alp Er Tunga iran'a bir
daha savaş açtı . O zamana kadar Zal da yaşlanmışta. Kendi yerine, Alp Er
Tunga'ya karşı oğlu Rüstem'i yolladı. 'Halen Anadolu'da Zaloğlu Rüstem adıyla
meşhur olan halk kitaplarında Zaloğlu Rüstem ile Arap Üzengi cengi diye
hikâyeleri anlatılan bu ünlü İran kahramanı ile Alp Er Tunga arasında sayısız
savaşlar oldu. Savaşların çoğunu Rüstem kazandı bir kısmını Alp Er Tunga
kazandı. (Şehnâme İran destanı olduğu için bunu olağan saymak gerekir.)
Bu savaşlar sürüp giderken, İran'ın, hükümdarı bulunan Keykâvus, oğlu Siyavuş'u
ve Zaloğlu Rüstem'i gücendirmişti. Gücenmenin sonucu olarak şehzade Siyavüş
kaçıp Alp Er Tunga'ya sığındı. Orada uzun zaman kaldı, hattâ Türk yiğitlerinden
birinin kızıyla evlendi, Keyhüsrev adında da bir oğlu oldu.
Keyhüsrev büyüyünce, iranlılar onu kaçırıp hükümdar yaptılar. Keyhüsrev Zaloğlu
Rüstem'i hoş tutup, gönlünü aldı ve Alp Er Tunga'nın üzerine gönderdi. Yine bir
çok savaşlar oldu. Çoğunda Alp Er Tunga yenildi. Ve en sonunda Alp Er Tunga
iyice yoruldu, ordusu dağıldı, askeri kalmadı. Tek başına dağlara çekildi.
Orada, bir mağarada tek başına yaşadı. Fakat günün birinde izini keşfedip yerini
buldular. Alp Er Tunga suya atlayıp kurtulmak istedi; fakat daha önce davranan
Iran askerleri yetişip saldırdılar. Yiğitçe doğuştu ama ihtiyardı, yorgundu, tek
başınaydı. Öldürdüler.
Daha önce de belirttiğimiz gibi, çok şuurlu bir Iran milliyetçisi olan
Firdevsî'nin Zal Oğlu Rüstem'i ve diğer İran asker ve hükümdarlarını üstün
görmesi, savaşların çoğunda Alp Er Tunga'yı yenik durumlara düşürmesi olağan
karşılanmalıdır. Alp Er Tunga'mn çok büyük bir yiğit, üstün değerlere sahip bir
Hakan olduğunu anlamak için bir Iran Destanında ne kadar değerli bir yer
kapladığı düşünülmelidir. Firdevsî, kendi milletinin kahramanlarını
değerlendirebilmek için ancak bir Türk Hakanını ölçü olarak aldıysa bu bile, Alp
Er Tunga'mn nasıl bir destan yiğidi olduğunu gösterir. Gerçi Iran ve Turan
savaşlarının önde gelen bir yiğidi olarak Alp Er Tunga gerçek kişiliğe de
sahiptir; Firdevsî'nin Alp Er Tunga'yı seçişinde bu gerçek payı da muhakkak
vardır ama aslında Alp Er Tunga, destanlara has kişiliği ile Firdevsî'yi etkisi
altına almıştır.
Prof. Zeki Velidî Togan'a göre M.Ö. dördüncü yüzyıla kadar yaşamış olan ve M.Ö.
yedinci yüzyılda OrtaTiyanşan çevresinin en güçlü devleti olarak gelişmiş
bulunan, Hunlardan önceki büyük Türk Devleti Şu veya Saka adını taşımaktadır. Bu
Türk imparatorluğu, birçok kavimler üzerinde egemenlik kurmuş olup Güney
Rusya'yı da içine almak üzere Doğu Avrupaya kadar yayılmıştır. Bir kısım
tarihçiler Doğu Avrupa bölümündeki sakalara İskit, Orta Asya ve Azerbaycan
çevresindekilere Saka adını vermektedir. M.Ö. yedinci yüzyılda en güçlü ve en
parlak devrini yaşamış olan bu Türk İmparatorluğunun Hakanı ise alp Er
Tunga'dır.
Divan-ı Lugat-it Türk'te, Alp Er Tunga için söylenen ağıtlardan (Sagu) bazı
parçalar kaydedilmiştir.
Bu parçalar, o günkü ve bugünkü Türkçe söyleyişle aşağıya alınmıştır:
Alp Er Tunga öldi mü?
Isız ajun kaldı mu?
Ödlek öçin aldı mu?
Emdi yürek yırtılur.
Ödlek yarağ közetti
Oğrun tuzağ uzattı
Begler begin azıttı
Kaçsa kah kurtulur?
Begler atın urgurup
Kadgu anı turgurup
Mengzi yüzi sargarup .
Korkum angar türtülür.
Uluşıp eren börleyü
Yırtıp yaka urlayu
Sıkrıp üni yırlayu
Sığtap közi örtülür.
Könglüm için ötedi .
Yitmiş yaşıg kartadı
Kiçmiş ödig irtedi
Tün kün kiçip irtelür
Alp Er Tunga öldü mü?
Kötü dünya kaldı mı?
Felek öcünü aldı mı?
Şimdi yürek yırtılır.
Feleğin silahı hazır
Gizli tuzak kurdurur
Beyler beyini vurdurur
Kaçsa nasıl kurtulur?
Beyler atlarını yorup
Kaygıdan çaresiz durup
Beti benzi sararıp
Sarı safrana döndüler.
Erler kurt gibi hıçkırdı
Yaka bağır yırtıp durdu
Acı ağıtlar çığırdı
Yaş akar gözler kurur.
Gönlüm içinden yandı.
Geçmiş zamanı andı.
Geçen günler nerdedir?
Şu Destanı
Destana kahraman olarak adını veren Şu, sanıldığına göre M.Ö dördüncü
yüzyılda yaşamıştır. Bir Türk Hakanıdır.
Destanda Makedonyalı İskender'in, İran üzerinden Asya'ya doğru yürürken yapılan
savaşları ve bu savaşların Türklerle ilgili bölümü anlatılmaktadır. Türk
boylarının oluşumu, Türklerin şehir hayatı yaşamağa başlamaları, aynı zamanda
milletini geçici bir işgalden mümkün olduğu kadar can ve mal kaybına uğratmadan
kurtarmak için düşünen bir Hakanın kaygıları da anlatılan destanın en büyük
özelliği, daha sonraki Türk destanlarında gelişecek olan ana fiziği ve
süslemeleri önceden işlemesidir.
Zeki Velidî Togan'a göre, destanda önemli bir yer tutan ve destanın geçiş
dengesi olan İskender'in istilâsının aslında İskender'le ilgisi yoktur; daha
önceki yüzyıllardan bir Aryanı istilâ ile ilgilidir.
Destanın kısa da olsa bir özeti Divan-ı Lügat-it Türk'de kayıtlıdır.
Destanın Özeti:
Şu Kalesi, Balasagun yakınlarında, genç bir Hakan olan Şu tarafından yapılmış
bir kaleydi, fakat Hâkan'ın sarayı Balasagun'da idi. Kalede ve Balasagun'da, o
çağların en güçlü, en büyük ordusu bulunuyordu. Şehir zengindi. Öyle ki, her
gün, Şu Hakanın sarayının önünde, ordu beğleri için 365 nöbet vurulurdu.
Bu sıralarda, bir adına da Zülkarneyn denilen Makedonya Kralı İskender ünlü Doğu
seferine çıkmış, Ön Asya'dan İran içlerine doğru önüne neresi gelmişse ordusunu
yenmiş ülkesini ellerinden almıştı. İskender Semerkand'e kadar gelmiş burayı da
geçip Türklerin yaşadığı ülkelere doğru ilerlemişti.
İskender'in, Balasagun'a ve Şu Kalesine doğru yaklaşmakta olduğunu, genç Hakan
Şu'nun gözcüleri gelip haber verdiler. Dediler ki:
"İskender denilen, gün batısından kopup gelen bir kral ordusuyla bize
yaklaşmaktadır. Önüne gelen ülkeleri dize getirmiş yerle bir etmiştir. Bize ne
buyurursun? Savaşalım mı ?"
Genç Hakan, ordu habercilerini dinlemez gibi göründü. Çünkü çok daha önce, en
güvendiği yiğitlerden kırk kişiyi seçmiş, Hucend Irmağı kıyılarına gözcülük
etsin diye göndermişti. Yiğitler kimseye görünmeden, gizlice gidip Hucend
Irmağının kıyılarına yerleştikleri için ordu habercileri durumu bilmiyorlardı.
Getirdikleri haberden, Hakanlarının telâş edip yerinden kımıldamadığını
gördükleri için de şaşmışlardı. Hakanın gönlü rahattı.
Hakan Şu'nun bir havuzu vardı; gümüştendi. Bu işten çok iyi anlayan ustalara
yaptırmıştı. Her yere taşınabilecek şekildeydi. Bunun için Hakan da gümüş
havuzunu, sefere bile çıksa yanına alır, konakladıkları yerlerde içine su
doldur-tur, kazlar ve ördekleri su dolu gümüş havuza salar, onlarla oyalanırdı,
eğlenirdi.
Kazların ve ördeklerin gümüş havuzda yüzüşlerini seyretmek Hâkan'ı dinlendirir,
dinlenir iken seferle, milletinin geleceği ile ilgili taşanları hazırlardı.
Haberciler geldikleri zaman yine gümüş havuzunda yüzen ördeklerle kazları
seyredip dinleniyordu.
Habercilerin:
- Nasıl buyurursunuz? İskenderle savaşalım mı ?.. diye sorup buyruk beklemeleri
üzerine onlara havuzu, havuzda yüzen kazlarla ördekleri gösterdi:
- Görüyor musunuz, Kazlarla ördekler suda ne güzel yüzüyor, nasıl dalıp dalıp
çıkıyorlar? dedi.
Haberciler, Hakanlarının bu sözünü garip karşıladılar; Ona kuşku ile baktılar.
"Herhalde Hakanımızın hiç bîr hazırlığı yok ne yapacağını bilemiyor." diye
düşündüler.
Ama o sırada, İskender, Hucend Irmağını geçmişti.
Vakit gece yansına geliyordu. Hucend Irmağının kıyılarında gözcülük yapıp
devriye gezen Genç Hakanın en güvendiği kırk yiğit yıldırım hızıyla atlanıp Şu
kalesine geldiler ve gece vakti, İskender'in Hucend suyunu geçip Balasagun
yolunda ilerlemekte olduğunu Şuya haber verdiler.
Daha önceki habercilerin haberlerini dinlerken kılı bile kıpırdamayan Hakan Şu,
yiğitlerin sözü üzerine derhal ve gece yarısı göç davulunun çalınmasını emretti.
Davulun çalınmasıyla birlikte, Doğuya doğru hızla yola çıktı.
Bu durum halkı şaşırttı. Hakanın, gündüzün hiç bir hazırlıkta bulunmadan böyle
gece vakti göçü başlatması üzerine korktular. Ellerine ne geçtiyse toplayıp,
buldukları ata atlayan millet Hakanla birlikte yola düştü. Sabah olurken,
şehirde hemen hemen biç kimse kalmamıştı; bomboş ve dümdüz bir ova görünüyordu.
Bütün milletin, Hakan Şunun ardından gitmiş olmasına rağmen, gece vakti binecek
hiçbir şey bulamayan yirmi iki kişi, ne yapacağını bilemeden Şu Kalesinde
kalmışlardı.
Bu yirmi iki kişi, ne yapacaklannı düşünürken yanlarına iki kişi daha geldi. Kap
kaçakları toplamışlar sırtlarına yüklenmişler, öyle taşıyorlardı. Yorgundular.
Fakat pek duracağa benzemiyorlardı. Önceki yirmi kişi, bu yeni gelenlere bir
yere gitmemelerini, kendileri gibi burada kalıp beklemelerini söylediler.
Ayrıca:
- İskender dedikleri her kim ise, burada uzun müddet kalamaz: geldiği gibi geri
dönüp gider. Burası bizim yurdumuz, yine bize kalır, diye ısrar ettiler.
Bu yüzden bu iki kişinin adı (Kalaç) oldu kaldı; bu iki kişiden olan çocuklar ve
torunları (Kalacı) adıyla anıldılar. Fakat bu iki kişi, öteki yirmi iki kişinin
sözlerini dinlemedikleri, bırakıp gittikleri için İskenderin geldiğini
görmediler.
İskender gelip de, uzun saçlı yirmi iki kişiyi görünce: "Türk mânend" dedi.
"Bunlar Türke benziyorlar" demişti. Bu yüzden yirmi iki kişinin soylarının adı
Türkmen olarak kaldı. Giden İki kişi gittikleri için tamı tamına Türkmen
sayılmadılar. Yirmi dört boydan yirmi ikisi Türkmen, kalan ikisi Kalaç diye
bilindi.
Bu olaylar gelişe dursun, öte yandan Şu Hakan ordusu ve yanında gidenlerle
birlikte Çin sınırına kadar yürümüşlerdi. Çin'e yakın Uygur iline vardıklarında
Şu, İskender'i artık karşılayabilecek durumda olduğunu, onu asıl merkezinden çok
uzaklara çektiğini, kendi ırkdaşları arasında bulunduğu için İskender'den daha
güçlü bir duruma geldiğini düşündü. Ve bir kısım askerini ayırarak, içlerinden
en gençlerini seçerek İskender'in üstüne yolladı. Veziri, gidenlerin hepsinin
genç olduğunu, tecrübelerinin olmadığını ileri sürdü. Başaramazlarsa sonucun
kötüye varacağını söyledi. Şu Hakan vezirine hak verdi ve yaşlı, tecrübeli bir
Subaşını askerleriyle birlikte gönderdi.
Bunlar, bir zaman sonra İskender'in gönderdiği öncü birliklerle karşılaştılar.
Türk erleri, İskender'in öncü birliklerine bir gece baskını yaptı. Çok kanlı bir
baskındı bu, ölüm kalım meselesiydi. İskender'in öncü birlikleri bozguna uğradı.
Türk erlerinden biri, İskender'in askerlerinden birini bir kılıçta ikiye bölmüş,
askerin kemerine bağladığı altın dolu bir kemer parçalanarak içindeki altınlar
yere saçılmış ve İskender'in askerinin kanıyla bulanmıştı. Ertesi sabah güneş
ışıklan bu kanlı altınları parıldattı. Bunu gören Türk erleri birbirlerine bakıp
"Altın Kan!. Altın kan!.- diye bağırıştılar. O günden bu yana, bu baskının
yapıldığı yere yakın bulunan bir dağın adı Altun Han Dağı oldu ve öyle söylenip
geldi.
Baskından sonra Şu Hakan ile İskender bir daha savaşmadılar , barış yaptılar .
Barışın sonu her iki taraf için de iyi sonuçlar verdi. Birbiri ardınca şehirler
yapılmaya başlandı . Uygurlar ile öteki Türk kavimleri şehirlere yerleşti. Şu
Hakan da Balasagun'a döndü. Şu kalesini sağlamlaştırdı , şehri geliştirdi. Bütün
bunları yaptıktan sonra bir de tılsım koydu. Bu tılsım öyle bir tılsımdı ki her
yanda duyuldu. Leylekler bu şehre geldikleri zaman tılsım yüzünden daha öteye
geçemediler , şehri aşamadılar.